[Giriş] [Yukarı] 

 

 

 

Yeni Giritliler     Hürriyet Pazar  28/11/2004  
 

Emel ARMUTÇU

Dedelerinin, ninelerinin kopup geldiği adayı keşfettiler, Giritlilik ruhunu canlandırdılar. Artık ‘ailemin evine gidiyorum’ turları düzenliyor, Girit yemeklerini gün ışığına çıkarıyor, Girit lokantaları açıyor, Girit kitapları yazıyorlar.

Girit Yunanistan’ın Doğu Akdeniz’de büyücek bir adası. Gündüzleri denizi güneşi, akşamları kıyıda yenen lezzetli balıkları, gece taverna eğlenceleri, dar, denize açılan sokakları, o sokaklardaki küçük kafeleri, gezilecek tarihi yerleriyle, son yıllarda Türk turistlerin de daha çok rağbet ettiği bir yurtdışı tatil cenneti. Ancak hayatımızdaki yeri bununla sınırlı değil; Girit yüz binlerce Türk’ün geçmişteki anavatanı aynı zamanda.

1923’te Yunanistan ve Türkiye arasında imzalanan mübadele anlaşmasıyla topraklarından sökülüp atılan Giritli Türkler, o adayı hiç unutmadı. Uzaklaşmakta olan geminin güvertesinden son bir bakış attıkları topraklarını, çoğu bir daha hiç göremedi ama kalbinde, belleğinde, anılarında, dilinde, yemeklerinde, bugüne kadar yaşattı.

Giritli olmak, Yunanistan’ın diğer adalarından ya da kara şehirlerinden gelen biri olmaktan farklı oldu hep; çünkü dikbaşlı bir topluluk olarak tanınan Giritliler, kendilerini diğer Yunanlılar’dan da ayrı tutarlardı. Aynı şey Türkiye topraklarında yaşayan Rumlar’la yer değiştiren Giritli Türkler arasında aynen devam etti; onlar da kendilerine has dilleri, kültürleri, yemekleri ve anlayışlarıyla yayıldılar Anadolu’ya.

Son yıllarda bu kimlik daha bir göstermeye başladı kendini; Girit’e sadece turist olarak değil, özellikle köklerini aramaya giden Türkler’in sayısıyla birlikte, geçmişte orada yaşananlar üzerine yazılan kitapların sayısı da arttı. Girit mutfağı Yunan ya da Ege mutfağı içinden sıyrılarak kendini göstermeye başladı. Yıllar önce Anadolu topraklarına döküldüğünde, biraz saklanan Girit, şimdi günyüzüne çıkmaya başladı.

KİM DAHA ÇOK GİRİTLİ?

‘Kritimu Girit’im Benim’ adlı romanında, yazar Sábá Altınsay, gazeteci karakteri Aziz Bey’e şu soruyu sordurur: ‘Cihan nereye gidiyor, Girit nereye gidiyor, bizler kimiz, onlar kim, siz de söylediniz ya, Giritli kim?’ Doktor Ragıp Bey’e söyler bunu. Şöyle demiştir Ragıp Bey: ‘Fakat kimin toprağıdır bu, rica ederim. Bizim de değil midir? Hıristiyan Müslüman, hepimiz başka başka yerlerden gelip yerleştik Girit’e. Kim daha çok Giritlidir, nereden biliyorlar?’

Aradan geçen 81 yıla rağmen, bu cevaplanması zor bir sorudur hálá.

Mitolojik bir halk oldukları sanılan Minoslular’dan sonra adaya Dorlar, Atinalılar, Helenler, Romalılar, Bizanslılar, Araplar ve Venedikliler yerleşmiş, hepsi de bunun için çok kan akıtmış, Osmanlılar, 1645’te başlayan savaşlarla, adayı Venedikliler’den tam 24 yılda almıştır.

Ama iki buçuk yüz yıl ve 10-15 kuşak boyunca orada doğan, oraya gömülen, evini, toprağını orası bilen yüz binlerce Müslüman Giritli’nin ne suçu vardır bunda? Hıristiyan Giritliler’in zaman zaman ayaklanıp (Ki sık olmuştur bu, bazen de tersten) Müslümanları ‘kesme’ harekátına girişmediği zamanlarda, kapı, dükkan komşusu, kahve arkadaşı, yemek misafiri olarak birarada yaşayabilmişlerdir. Birbirlerinin düğününe gitmiş, yortularda, bayramlarda birbirlerine saygı sunmuş, her sabah selamlarını almış, başları sıkıştığında birbirlerinin yardımına koşmuşlardır. Tehlike anlarında, birbirlerinin çocuklarını saklamışlardır.

Sonunda 1913 yılı gelip Osmanlı İmparatorluğu, batılı devletlerin de yardımıyla Girit’i ‘altın tepsi içinde’ Yunanistan’a sunduğunda; Anadolu’yu toprakları bilmiş Rumlar gibi, onlar da devletler eliyle Girit’teki topraklarından sökülüp atıldıklarında, yani ‘al gülüm, ver gülüm’ mantığıyla insanlar kaplumbağa misali yollara döküldüğünde, geride kalan mezarlarını yine o Hıristiyan komşularına emanet etmişlerdir.

TÜRKÇE BİLMEDEN GELDİLER

Yine Kritimu’da Hıristiyan Meletyos’la, komşusu Müslüman İbrahim, mübadeleden önce yemeklerini şöyle yer: Meletyos elinden bir kaza çıkmadan İbrahim defolup gitsin, İbrahim de Meletyos’un boğazını sıkmadan hayırlısıyla yatağını bulsun ister. Sonra bir an gelir, İbrahim en açılmaz dertlerini ona söyleyiverecek, öteki de bunu kendi derdi edecek kadar yakın, içten ve kardeş olurlar. İşin kötüsü hangisi olacakları belli değildir; belki hepsidirler. O anda bir silah patlasa, biri diğerine siper olur ya da namluyu birbirlerine doğrulturlar; artık neyin sırası geldiyse...

Ya da Ahmet Yorulmaz’ın ‘Savaşın Çocukları’ romanının kahramanı Hasanaki, 1923’te Hanya’dan vapura, kesime giden kasaplık hayvan gibi bindiğinde, onu ağlayarak uğurlayan sevdiği ve sevildiği kadın Marigo’dan başkası değildir. O zaman, aşkın sırasıdır.

Tarih içinde bir onun, bir diğerinin sırası gelir, sonunda binlercesi ‘kendi vatanını’ bırakıp, ‘kendi vatanına’ gözyaşları içinde döner. Giritli Türkler Anadolu’ya ayak bastığında tek kelime Türkçe bilmeden, sonradan da hep Rumca’ya çalan bir şiveyle, eğreti bir ilişki kurar yeni hayatlarıyla. Kimisi hiç kurmaz üstelik; Yaşar Kemal’in Tanyeli Horozları adlı romanındaki kahraman ve bizzat tanıdığı birçokları gibi, Girit’e geri döneceğinden o kadar emindir ki sandıklarını bile açmaz.

Ama hiçbir zaman dönemezler; yıllar sonra Girit’e giden, onların torunları olur ancak...

CİNDORUK, AİLESİNİN KONAĞINDA DUYGULANDI

İbrahim ve Fatma Yarmakamakis (Altınsay), Girit’in toprağına 75 yıl sonra, torunlarının getirip mezarlarına serpmesiyle kavuşabildiler. Ancak bugün, mübadele insanlarının torunları ve onların çocuklarında yaşamaya devam eden bir kimlik Giritli olmak.

İstanbul, Ankara ve Bodrum’da Giritli adıyla restoranlar açan Ayşe Şensılay, Girit mutfağını aileye taşıyan dedesi sayesinde geliştirdi, ‘balık, zeytinyağı, ot = sağlıklı yaşam’ sloganlı restoranlarını. (Şimdi İstanbul’da, Ahırkapı sahil yolunda ikinci ‘Giritli’ mekanını açtı: Giritli Buzukia. Mutfağını o, müzik ve eğlence kısmını da müzisyen Orhan Osman ve ekibi yönetiyor. Osman, Giritli değil ama müzik hayatına Yunanistan’da başlayıp, Amerika, Bulgaristan, Kazakistan, Almanya, Fransa gibi ülkelerde sürdürmüş.)

Gazeteci-yazar Emin Çölaşan, çocukken başını hep Rumca sevgi sözcükleri söyleyerek okşayan babaannesinin memleketinde kendisine hitap edecek bir şey bulamadı ama politikacı Hüsamettin Cindoruk, yıllar sonra Kandiye’de ailesinin oturduğu Mehmet Paşa Konağı’nı buldu, duygulandı.

Engin Akın, Giritli Mirsini Laambraki ile birlikte ‘Türkler ve Yunanlılar Aynı Masada’ adlı bir yemek kitabı yazıp Yunanistan’daki ilk tanıtımını da Girit’in başkenti Iraklion’da (Kandiye) yaptı. Girit üzerine yazılan kitapların sayısı çoğalırken, giderek daha çok Türk, ailelerinin vatanlarında köklerini aramaya gitmeye başladı.

2000 yılında, Sefer Güvenç’in başkanlığında kurulan Lozan Mübadilleri Vakfı (LMV) da önayak oldu buna. 1922’de Alaçatı’dan Girit’e giden Ortodoks Rumlar’ın kurduğu Alaçatılılar Derneği, Resmo ve Hanya’daki Küçük Asyalılar Derneği ile LMV her yıl birbirini ziyaret etmeye başladı. Ege’de karşılıklı yapılan festivaller de son yıllarda arttı. Girit’teki bazı belediyelerle, Didim, Akyeniköy ile kardeş artık. Ticari ilişkiler de artmış durumda.

KEŞKE KÖKLERİME DAHA ÖNCE MERAK SARSAYDIM

Didim Miletos Otel’in sahibi Hasan Tuntaş, sık sık gittiği adada, her meslek grubundan dostları olduğunu, adım attığı andan itibaren bir lira harcayamadığını söylüyor. Çünkü dostları sürekli ağırlama peşinde. Girit’te yayınlanan ve şu sıralar Türkçe’ye çevrilmekte olan bir anı kitabının, Bilal Türkoğlu’yla birlikte kahramanlarından biri olan Tuntaş, ‘Babaanne tarafımın köyünü buldum, Kara Hasanakis’ler diyorlarmış onlara. Girit’te benim soyadımı taşıyan Yunanlılar var ama henüz bir ilişki olup olmadığını bulamadım. Keşke ailemin köklerine 13-14 yaşlarımda merak sarsaydım, daha çok yol alırdım. 30’umdan sonra merak duyduğum için henüz araştırma halindeyim‘ diyor.

SOYAĞACI ÇIKARMAK İÇİN YARDIM İSTİYORLAR

LMV’nin sitesi (www.lozanmubadilleri.org) Girit’teki köklerini nasıl bulacağına dair sorular soran insanların mesajlarıyla dolu. Çoğu ailesinin soyağacını çıkarmak için yardım istiyor. ‘Büyükbabam Girit’te Ali Kaptan olarak bilinirmiş. Acaba bu konuda nereden bilgi edinebilirim?’ diye soruyor Lara. Nadide Akbulut, annesi ve kayınvalidesinden öğrendiği yemeklerin tariflerini vereceğini söylüyor. Bir İskenderunlu, en büyük idealinin anne ve babasıyla Girit’e gitmek olduğunu söylerken, kimisi de annesiz babasız da olsa eski memlekete gidip, ailelerinin yaşadıkları yerleri buluyor. Kimisi de bulamıyor, oturup Amerikan Dili ve Edebiyatı Profesörü Ayşe Lahur Kırtunç gibi, şiir yazıyor:
 

Ç  A  Ğ  I  R  D  I  N     G  E  L  D  İ  M     G  İ  R  İ  T

türbelerden kemikleri kazdılar da

            alıp gittiler

küçücük limanından Resmo’nun

tahta sandıklarda kırmızı yün battaniyeler

            ve birkaç gün yetecek kadar su / peksimetler

            ve sabun kalıbı birkaç tane

            ve kemikler.

limanda sırtlarını döndüler taşlara

            ve Resmo’nun kalesine ve duvarlara

kadınlar birkaç saksı ful / birkaç saksı selluka

            koymak istedi sandığa

izin vermedi kocaları

soktu koynuna bir avuç yasemin

            Sakize Hanumi / Saadet Hanumi /

göğsünde karardı yaseminler

            ama kasıklarında

                        yeşil gözlü Musa Kazım’lar, Mehmet Ali’ler

                                   götürdüler Kordelyo’ya

ve tahta sandıklarda zeytin fidanları

geride kaldı ataları / anaları /

turunç ağaçlarına emanet ettiler onları.

 

Girit, ah Girit!

senden esen rüzgarla büyüdüm

senin müziğini örtündüm geceleri

simsiyah elbiseli kadınlarla uyudum

yediğim her tabak radikayla

            seni düşündüm, Girit!

dilim dilime girdi küçükken /

            “mesto diavlo” diye sövdüm sokak arkadaşlarıma

            güldüler bana diye üzüldüm.

Çağırdın geldim, Girit!

geri getiremedim türbeden giden kemikleri

bakarım Resmo’nun eski evlerine

            acaba hangisi, hangisi diye.

 

vazgeçtim evi barkı aramaktan

o arabadan inip herkese sarılan

çizmeli Giritliyi görünce,

umurunda değildi trafiği tıkamak

adamın ruhu /

            işte o aradığım evi taşıyordu

            üstelik dedeme çok benziyordu.

 

Çağırdın, çağırdın da geldim, Girit!

            dar sokaklarında pis tezgahlardan

Stelyo Amcamın boğma rakısından

içtim

cömertti gözleri / bakmadım maşrapanın kirine

değil mi ki sokaktan geçen birine

peynir / badem / rakı sunuyordu

Stelyo Amca,

            unutmalı kemikleri / onarmalı eskileri

            hem Sofia’nın bu rüzgar hem benim

            kızları kızlarıma benzer /

                        oğlanları oğluma

                                   Akdenizliyim ben, Egeliyim.

 

yıllarca çağırdın da işte geldim, Girit!

bulamadım evimi / yok oldu giden kemikler /

            ama ninemin koynunda giden

            yaseminleri geri getirdim!

 

Ayşe Lahur Kırtunç

23 Ekim 2004 / Resmo / Rethymnon

O eşsiz birlikteliğe katılan tüm dostlarıma armağan olsun.



ÜNLÜ GİRİTLİLER

Şair Leyla Hanım

Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı

Osmanlı aydınlarından Ahmet Cevat Emre

İzmir’in ünlü fotoğrafçılarından Hamza Rüstem

Gazeteci yazarlar Doğan Hızlan, Emin Çölaşan, İlhan Selçuk, Simavi Ailesi

Giritli Kasap Ali’nin torunu, senarist Birol Güven

Soyadı Girit’in bir limanından gelen yazar Pakize Suda

Politikacılar Hüsamettin Cindoruk, Ekrem Pakdemirli

İş dünyasından Hüsnü Özyeğin, Ümit Boyner

Oyuncu, şarkıcı Ayla Algan

Yönetmen Ömer Kavur

Tarihçi Halil Berktay

67 YIL SONRA GİRİT’TE AMCASINI BULDU

Bilal Türkoğlu, Sökeli bir SSK emeklisi. Annesiyle babası ona yıllarca, bozuk şiveli Türkçeleriyle Girit’i anlatmış ve ‘git gör’ demiş. İlk kez 1981’de Girit’e, köklerinin olduğu topraklara giden Türkoğlu, şimdi Yunanistan’ın her yerinden pek çok dosta sahip. ‘Gittiğimizde milletvekilleri, bölge valileri, belediye başkanları tarafından karşılanırız. Buraya gelen de beni bulur’ diyor. Ancak onun asıl özelliği, mübadele sırasında ailesiyle irtibatı kopan ve o zamandan bu yana Girit’te yaşayan amcasını, tam 67 yıl sonra bulması... Amcası üç yıl önce vefat etmiş ama o çocuklarıyla görüşmeye devam ediyor. Kendi amcasını bulduğu gibi, Türkiye’den ya da Yunanistan’dan, ailesinin izlerini arayanlara da yardımcı oluyor.

GİRİT KİTAPLARI YAZARI AHMET YORULMAZ

Birinci kuşak yeni yerine alışmaya çalışır, ikinci kuşak kazanmaya bakar üçüncüsü ise köklerini aramaya çıkar!

Ahmet Yorulmaz (72), doğma büyüme Ayvalıklı, ikinci kuşak bir mübadil çocuğu. İzmir, İstanbul ve Ayvalık’ta gazetecilik, 33 yıl da Ayvalık’ta kitapçılık yaptı. Edebiyat hayatına çağdaş Yunan edebiyatından yaptığı çevirilerle başladı. ‘Ayvalık’ı Gezerken’ adlı kitabı altıncı basıma ulaşan Yorulmaz, ‘Savaşın Çocukları’nda, Aynakis Hasan’ın hayatı üstünden, yerlerinden sökülüp atılan Giritliler’i anlatıyor. Bir üçlemenin ilk kitabı olan bu roman, bir Türk yazar tarafından yazılmış ilk mübadele romanı sayılıyor. Devamı olan ‘Kuşaklar’, yine Hasanaki’nin kişiliğinde müdabillerin Türkiye’deki ekonomik ve sosyal sıkıntılarını; ‘Girit’ten Cunda’ya’ ise 1940’lar Yunanistanı’nı ve Cundası’nı anlatıyor.

‘Anne ve babamın özlemleriyle yetişmem, benim Girit’e eğilmeme neden oldu’ diyor Yorulmaz. ‘Üç romanımın ana temasının Girit oluşu da 33 yıllık kitapçılığımda, o konuyu deşen, gözler önüne seren bir romana rastlamayışımdan.’

Ona göre, Girit Osmanlı’nın ahmaklığından kaybediliyor. Şimdi, kimi insanların oraya köklerini aramaya gitmesini ise şu söylemin doğrulanması olarak görüyor: Birinci kuşak yeni yerine yerleşmeye çalışır, ikinci kuşak kazanmaya bakar, üçüncü kuşak ise hem yerleşilmiş, hem kazanılmıştır ya, köklerini merak eder, aramaya çıkar! Bu kuralı, savaş aleyhtarlığı, barışsever olmak, komşunun söylenildiği kadar kötü olmaması, globalleşme, AB’li olmak gibi şeyler de besliyor. İnsanın dedesinin evini, bahçesini aramasının temelinde böyle bir dizi neden yatıyor.

Lozan Mübadilleri Vakfı Yönetim Kurulu Üyesi MÜFİDE PEKİN

Yabancı bir yere gitmiyoruz

Lozan Mübadilleri Vakfı, aileleri 1920’lerin başında mübadeleyle Yunanistan’dan gelenlerin 30 Kasım 2000 tarihinde kurduğu bir vakıf. Vakıf son yıllara kadar akademik olarak bile pek araştırılmamış olan mübadelenin her yönüyle araştırılmasını teşvik etmek için Türkiye ve Girit’te etkinlikler düzenliyor.

Boğaziçi Üniversitesi Batı Dilleri ve Edebiyatları Öğretim Görevlisi Müfide Pekin, aynı zamanda Lozan Mübadilleri Vakfı Yönetim Kurulu Üyesi. Her zaman, Giritli olduğu hatırlatılarak büyümüş. Memleketi Hanya. Maro Douka’nın çok satan ve şu aralar Türkçe’ye çevrilmekte olan kitabında anlatılan Giritli aile, onun ailesinin komşusuymuş. Bunu Girit’te, o ailenin torunu Maria’dan tesadüfen öğrenmiş.

Vakfın organizasyonuyla iki kez Girit’e gittiklerini belirten Pekin, ‘Biz bu toplu gidişlerimize gezi değil Girit Buluşması diyoruz. Yabancı bir yere gitmiyoruz. Anamızın, babamızın doğduğu toprakları ziyaret ediyoruz. Evlerini, okudukları okulları, komşularını buluyor, daha doğrusu onlarla buluşuyoruz. Türkiye’ye gelen mübadillerin bıraktıkları evlerde, mahallelerde, köylerde genellikle ortak bir yazgıyı paylaştığımız Anadolu’dan göç edenler yaşıyor. Onlarla kucaklaşıyoruz. Onların kurmuş oldukları dernekler tarafından ağırlanıyoruz’ diyor.

BAZI GİRİT KİTAPLARI

n Girit Bunalımı Dr. Nükhet Adıyeke, Türk Tarih Kurumu

n Giritli Mustafa Ertuğrul Erol Ergir

n Girit’ten İstanbul’a Bahaettin Rahmi Bediz (Fotoğraf ve Kartpostallarıyla) Seyit Ali Ak, İletişim

n Tarihte Girit ve Osmanlılar Dönemi, Niyazi Ahmet Banoğlu, Kastaş

n Savaşın Çocukları Girit’ten Sonra Ayvalık, Ahmet Yorulmaz, Remzi

n Girit’ten Cunda’ya Ahmet Yorulmaz, Remzi

n Kritimu Girit’im Benim Sábá Altınsay, Can

n Girit : Cep Rehberi, Dost Kitapları

GİRİT’E KÜLTÜR TURU

Girit’e pek çok tur düzenleniyor. Daha çok kültür turizmi yapan Fest Turizm’in turlarında şuralar geziliyor: AYİOS NİKOLAOS Kasabası ve kilisesi, Lato ören yeri, Malia Sarayı, Panayia Kira Kilisesi, Kritsa Köyü gezileri. IRAKLION Knossos ören yeri. Kale (Megalo Koule), Arkeoloji Müzesi, Agios Titos Kilisesi, Venedik ve Osmanlı yapıları, Çarşı ve Kazancakis Mezarı. Gortis, Phaistos ve Aya Tiriada Antik ören yerleri. RESMO - HANYA Aziz Francis Kilisesi, Narenciye Camii, Loggia, Rimondi Çeşmesi, Türk İlkokulu ve Fortezza (Kale) Osmanlı su haznesi, eski Türk ve Venedik Evleri ve liman gezileri. Hanya kenti, Akrotiri (Venizelos’ların mezarları), liman ve eski Osmanlı - Venedik yapıları gezileri. Yürüyerek Musa Paşa Camii, Hanya Müzesi, Aziz Nikolaos Kilisesi (Hünkar Camii), Aya Anargyri Kilisesi, Küçük Hasan Paşa Camii, Liman ve Surlar gezileri.

SAĞLIKLI MUTFAĞIYLA ÜNLÜ

Akdeniz’in en sağlıklı ve en uzun ömürlü insanlarının Giritliler olduğu söyleniyor. Bu konuda bilimadamları da hemfikir. Giritli Mirsini Lamraki ile birlikte, İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan ‘Türkler ve Yunanlılar Aynı Masada’ adlı yemek kitabını yazan Engin Akın, adanın yemeklerinin bol miktarda yeşillik ve sebzeyle yapıldığı için sağlıklı olduğunu söylüyor: ‘Terbiyeli şevketibostanı güzel pişirirler. Apaki denilen kurutulmuş domuz eti de çok lezzetli. Dolmaları da bizdeki gibi küçük sararlar ve Ege’de olduğu gibi baharatsız yaparlar. Bumbar dolmasını ve hedik gibi çeşitleri burada bizdeki gibi yapıyorlar. Yemekler Türk damak tadına uygundur.’

Ahmet Yorulmaz’ın aktardığı bir anekdot da bunu doğruluyor: Vaktiyle Atina’dan Girit’in Hanya kentine gelen bir doktor, çarşı pazarı keşfe çıkar. Pek çok dükkánda onlarca çeşit tuzlu/salamuralı balık satıldığını görüp, hastalarının çok olacağına sevinir ama, hemen yanındaki koca bir pazarda da baştan aşağı türlü otlar ve sebzeler satıldığına tanık olunca ‘Bunlar zehiri yiyorlar, ama panzehiri de yanı başında. İş olmaz burada!’ deyip adayı terk eder.

DİYETİ DE VAR

Girit Üniversitesi Endokrinoloji Kürsüsü Başkanı Prof. Dr. Elias Castanas, Türkiye’ye bir gelişinde, Girit Diyeti’ni anlatmış, antioksidan içeren sızma zeytinyağı ve kırmızı şarabın kanserle kalp ve damar hastalıkları riskini azalttığını söylemişti: ‘1960’lardan beri yapılan araştırmalar, Girit’te diğer Akdeniz ülkelerinden daha çok ekmek, sızma zeytinyağı, sebze ve balıkla daha az alkol tüketildiğini gösteriyor. Bunu söylerken kırmızı şarabı kastetmiyorum, günde iki üç kadeh içilmeli.’


ÜNLÜ GİRİT PEKSİMEDİ (KRİTİKOS PEKSİMADOS)

Malzeme: 4-5 kalın peksimet, 2 orta boy domates, 1-2 diş sarmısak, 3-4 sap taze nane, bir tutam kekik, 1 çorba kaşığı zeytinyağı, tuz.

Hazırlanışı: Peksimetleri elinizle hafifçe ıslatarak yumuşamasını sağlayın ve servis tabağına sıralayın. Diğer yandan peksimet sayınıza göre birkaç domatesi rendeleyin, içine biraz da sarmısak ezip ilave edin. Bu karışımın içine kekik ve ince kıyılmış taze naneyi ekleyin. Daha sonra da bir miktar zeytinyağı gezdirin. Tüm malzemeyi bir güzel karıştırıp tuzunu da ektikten sonra, kaşık kaşık peksimetlerin üzerine koyun. Beyaz peynir ve çay ile (yaz mevsiminde karpuz ile) servis yapın. İstenirse rakı mezesi de olabilir.

SON GİRİT ROMANININ YAZARI SABÁ ALTINSAY

Yazarlığa başlamak için mi Girit’i seçtim, Girit’i seçtiğim için mi yazar oldum bilmiyorum

Sabá Altınsay’ın Can Yayınları’ndan yeni çıkan Kritimu Girit’im Benim adlı kitabı, dedesi İbrahim Yarmakamakis ve ailesinin hikayesini anlatıyor. Mübadeleyle, önce Küçükkuyu, ardından Çanakkale’ye iskan edilen ve Altınsay soyadını alan İbrahim-Fatma Yarmakamakis çiftinin, Türkiye’de de üç çocukları oldu, biri Sabá Altınsay’ın babası Erdoğan Altınsay’dı. Kitabın kapağını ise, bizzat İbrahim Yarmakamakis’in bir daha göremediği Girit’te çekilmiş bir fotoğrafı süslüyordu.

n Bu ilk romanınız, nasıl ortaya çıktı? Neden Girit?

- Girit’i yazmayı çok uzun yıllar önce planlamıştım. Mübadele denen o travmayı, bir kelime olarak değil, insana verdiği acı olarak görüyordum. Doğrusunu isterseniz, yazarlık serüvenine başlamak için mi Girit’i seçtim, Girit’i seçtiğim için mi bu serüvene atıldım, netleştiremiyorum. İlki daha doğru galiba. Edebiyat yazmak istiyordum ve insanı arıyordum. Girit’e rastladım. Yakınımdaydı, Giritli’ydim; belki onun için kolayca gördüm onu. Kimbilir?

n Küçüklüğünüzden bu yana ne tür Girit hikayeleriyle büyüdünüz; kim neler anlattı size? Yazdığınız olaylar gerçeğe ne kadar yakın?

-
Ne yalan söyleyelim; kimse bir şey anlatmadı. İbrahim Yarmakamakis, ben iki yaşındayken, babaannem ise ben doğmadan ölmüş. İbrahim’in hayatının ana hatları dışında, hemen hiçbir şey aktarılmış değildi. Çünkü onlar da kendi çocuklarına, yani babama, amcalarıma, halalarıma pek az şey aktarmışlar. Büyük ihtimalle, bundan böyle içinde yaşayacakları toplum tarafından kabul görmek için farklı olan yanlarını yok etmeye çalışıyorlardı. Rumcayı sadece kendi aralarında konuşurlardı. Geçmişle ilişki kesilmişti. Hepsini ben buldum çıkardım. Çoğunu da kurguladım. Ancak siyasi tarih doğrudur. Zaten bunu değiştiremezdim.

n Girit’in dün ve bugün Türkiye ve Türkler için önemi, kültürünün hayatımızdaki yeri ne?

-
Bugün, siyasi bir önemi yok. Türkiye’ye ait bir coğrafya değil orası. Nokta! Kültürel değeri olabilir ancak. Ancak Girit kültürü dediğimizde, çoğunlukla mutfak kültüründen söz ediyoruz bugün. Gelenekler, folklorik öğeler ve dil, hemen hemen hiç yaşatılmıyor.

n Son yıllarda Türkiye’de bir Girit’e gitme modası oluştu mu sizce de? Ve neden şimdi?

-
Daha önce ne Girit’in, ne Midilli’nin, ne Dimetoka’nın önemi vardı. Bizden önceki nesil pek aldırmıyordu buna. Giritliliğin de önemi yoktu. Böyle alt kimlikler ortaya çıkmamıştı. Her şeyi 12 Eylül’e bağlamayı sevmiyorum ama 80’lerden sonra, bir uçta dayatılan Kürt kimliği, bunun karşılığında dayatılan Türk kimliği, o kadar genel, o kadar derinliksiz, tarife muhtaç bir kimlikti ki kimseye yetmedi. Kimdir bu Türk? Tarif etsek nasıl ederiz? Toplum ucu kimliksizleştirmeye kadar giden bu tür dayatmalara ayak diriyor. Rahatsızlığını gidermek için alt kimlikler oluşturuyor. Giritli, Laz, Gürcü, Egeli, Mardinli gibi. 80 öncesini ve 80’leri takip edip bugünlere geldiğimizde, o günün gençleri olarak bugünkü bizlere rastlıyorsunuz.

n Girit’e özellikle ‘köklerini aramaya’ giden insanlar hakkında bir fikriniz var mı?

-
Türk milleti zaten gezmeye meraklı. Girit’e de çok giden var. Köklerini aramaya filan gitmiyorlar. Kök aramak ciddi iştir; arşivlere girer, tozlar yutarsınız. Resmo Üniversitesi’ne bağlı Küçük Asya Araştırmaları Enstitüsü’nü kaç Giritli gezgin biliyor dersiniz? Yunancadır üstelik. Bir kısmı da eski yazıdır. Ancak yine de o yürek çarpıntısını azımsayamam. İnsanlar doğdukları evi bulunca, o izlere rastlayınca heyecanlanıyorlar. Bir dedektif gibi tarihin peşinden gidiyor veya kendinizi arıyorsunuz. Dilerim daha çok Giritli arar, bulur izlerini.

n Giritliler, ‘Giritli olmakla’ neden diğer mübadillerden çok daha fazla övünürler?

- Giritliler Giritli olmakla o zaman da övünürlerdi. Kendilerini ayrı tutarlardı. Öyle ki 1905 Seriso ihtilalinde Venizelos, tam bağımsızlık istemiştir. Yani Osmanlı’ya veya Yunanistan’a bağlanmak yerine tam bağımsız Girit ülküsünü savunmuş, bir kısım Giritli Müslüman tarafından da desteklenmiştir. Bugün de Giritliler, Yunanlılar’la yakınlaşmaz, kendilerini Yunanistan’dan saymazlar. Tıpkı Türkiye’deki Giritliler’in kendilerini başkalarından ayrı tutması gibi. 

 

 

İstanbul Bilgi Üniversitesi Göç Araştırmaları Merkezi İdari Direktörü Neşe Erdilek’in

BARAKA dergisinde yayınlanan “Türk Yunan Nüfus Mübadelesi başlıklı yazısı…

 Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi ile ilgili araştırmalarda sözlü tarih metodu bize, tarihte yaşanan bu gibi insanlık dramlarını tozlu kâğıtlar ve rakamlardan çıkarıp, insan boyutunu görmemizi sağlamaktadır. Nereden, ne zaman, nasıl, kaç kişi, hangi koşullarda, ne ile, ilk nereye, en son yerleştikleri yere kadarki hikâyeleri, ne kadar toprak verildi, geldikleri yeni yurtlarındaki yaşamları, nasıl karşılandılar, dil zorluğu çektiler mi, adetlerdeki farklılıklar, ekonomik yaşamları, ne üretirdiler, şimdi ne üretiyorlar vb. sorularla, göçün insana değin hikâyesi toplanabilmektedir.

Bu konularda Yunanistan’da çok kapsamlı bir sözlü arşiv oluşturulmuştur. Bunların yanı sıra göçmenlerin topluma etkisi konusunda, müzik alanında Rebetika müzik türünün doğması, Anadolu yemek kültürünün Yunanistan’da etkili olması, linguistik açıdan göçmenlerin günlük konuşulan dile etkileri. Siyasete, ticarete, tarıma, kısaca tüm yaşam alanlarına göçmenlerin etkileri konusunda, birçok araştırma yapılmış, yayınlar çıkarılmış ve ilgili araştırma merkezleri kurulmuştur.

Cumhuriyet dönemine gelindiğinde 1923 Lozan Barış Antlaşması, 1 milyon 250 bin Türkiye Cumhuriyeti uyruklu Fener Ekümenik Patrikhanesi’ne bağlı Ortodoks Hıristiyan ile 500 bin Yunan uyruklu Müslümanın zorunlu mübadelesini getirmişti.

Bu konuyu incelemeden önce, fazla bilinmeyen ancak sonuçları ile etkili olan Anadolu’ya 19. yüzyıldaki Yunan göçüne değinmek gerekmektedir.

Osmanlı İmparatorluğu’nda Rumlar, diğer azınlık gruplarına göre ayrıcalıklı idiler. Rum Patrikliği, Avrupa ve Asya’da bütün Ortodoks Hıristiyanların temsilcisi konumundaydı. Osmanlı bürokrasisinde ilk görev alanlar ve Avrupa kapitalist sistemi ile ilk bağlantı kuranlardı. Batı, uygarlığının kültür temellerini Antik Yunan’da keşfettiğinden beri doğuda bağımsız bir Yunanistan’ın ekonomik rolü ile yakından ilgileniyordu.

Osmanlı İmparatorluğu’nda, 1839 Tanzimat ve 1856 Islahat Fermanları ve Batı’nın dayatmaları ile azınlıkların ekonomik koşulları, Müslümanlara göre avantaj kazanmıştı. Müslümanlar gibi askerlik zorunlulukları yoktu (19. yüzyılda da sürekli savaşlarla Müslüman erkekler üretim dışındaydı), batı ile yoğun ticaret sonucunda elde ettikleri gelire göre vergiler oldukça önemsizdi.

Bu azınlık haklarının sağladığı ekonomik yarar sonucunda, yeni kurulan (1829) kısıtlı imkânlı Yunanistan’da ve Adalar’da iş bulamayan Yunanlı nüfus, Batı Anadolu’ya göç ederek yerleşmeye başladı. 1830’da İzmir’de 80 bin Türk ve 20 bin Rum olduğu tahmin ediliyor. 1860’da ise İzmir’de 41 bin Müslüman ve 75 bin Yunanlı vardı. Bir İngiliz konsolosluk raporunda 1880’de göçmen Yunanlı sayısı 200 bin olarak veriliyor. Müslüman nüfus ise ekonomik bakımdan gerileyerek içlere doğru kaçıyordu. Yunan kolonicilerin akışı sadece kıyılara değil, Manisa, Akşehir, Aydın, Trabzon ve Giresun’a da oluyordu.

20 yıl içinde (1887-1908) Müslümanlar, Urla’da yüzde 34.9’dan yüzde 24.7’ye, Çeşme’de yüzde 12’den yüzde 10.9’a, Seferihisar’da yüzde 82.1’den yüzde 74’e düşmüştü. 1914’teki toprak kayıplarından sonra Osmanlı topraklarında 1.729.657 Rum-Elen-Yunanlı vardı. Toplam nüfusun yüzde 9’u. 1919’da Batı Anadolu’daki imalathanelerin yüzde 73’ü Rumların elindeydi.

Bu, daha önceden planlanmış bir kolonileşme değildi, ama sonucunda 1919-1922 Türk-Yunan savaşında Atina’nın Anadolu’yu işgal etmesine gerekçe olacak bir nüfus yoğunluğu yarattı.

Yunanistan ile nüfus mübadelesinin ilk örneği, 1914’te İttihat ve Terakki’nin kararı ile Trakya’dan 115 bin, Batı Anadolu’dan 150 bin Yunanlının Yunanistan’a, 85 bin Rum’un da Anadolu içlerine gönderilmesi idi. 115 bin Müslüman da Yunanistan’dan Anadolu’ya gönderilmişti. Resmen bir mübadele antlaşması (Haziran 1914’de İzmir’de) da yapılmış, ancak Osmanlı İmparatorluğu savaşa girince uygulanamamıştı.

Savaş sırasında, gidenlerden 51 bin Rum Batı Trakya’ya, 83 bini Doğu Trakya’ya, 100 bini de Anadolu’ya geri dönmüştü. Türk-Yunan savaşı sonucunda Eylül 1922’de yüzbinlerce Yunanlı, Anadolu ve Trakya’dan Yunanistan’a kaçmıştı. 1912 Balkan savaşından beri devam eden göç dalgası ile Yunanistan’da göçmen sayısı 1 milyon civarındaydı.

Yunanistan nüfusunun 1/4’ü oranında yer tutan göçmenlerin yarattıkları sorunlara çözüm aranmakla, Milletler Cemiyeti tarafından Norveçli siyaset adamı ve Kuzey Kutbu kaşifi Dr. Nansen görevlendirilmişti. Mustafa Kemal Paşa’nın Lozan Heyeti Başkanı Venizelos ile temasları sonucu, zorunlu nüfus mübadelesinin kaçınılmız olduğu ortaya çıkmıştı.

Zorunlu mübadele, dünyada çeşitli tepkilere yol açmıştı. Halkların, mülkiyetleri keyfi biçimde el değiştirilebilecek hayvan sürüleri olmadığı, bunun barbarca bir uygulama, bireysel insan haklarını çiğnemek olarak değerlendirilmesine karşın mübadele zorunlu bir çözüm olarak kabul edilmişti. Bu ilk uygulama daha sonra II. Dünya Savaşı sonrasında da örnek alınmıştı. Halen de uygulanmaktadır.

Atina, zorunluluk kararının Ankara’nın dayatması olduğunu iddia etmesine rağmen özünde bunu isteyen Yunan tarafıydı. Yunanistan’da yaşayan Müslümanlar göç etmek niyetinde değillerdi. Yunanistan ise kısıtlı olanak ve toprakları ile yeni gelen 1 milyon insana toprak, barınak, iş sağlamak için Müslüman halkın göçmesini istiyordu. Ankara hükümeti de kaçan Rumların bir daha geri dönmemelerini sağlamaya çalışıyordu. Lozan Antlaşması eki olarak kabul edilen Mübadele Antlaşması’na göre İstanbul Rumları ve Batı Trakya Müslümanları dışındaki iki ülkedeki bütün Müslüman ve Ortodoks Hıristiyanlar mübadeleye dahil edildi. 1912 Balkan savaşından itibaren yerlerini terk edenler mübadil sayıldı.

Sonuçta, Mübadele Komisyonu rakamlarına göre, mübadele kapsamında gelen Türklerin sayısı 388.146, Yunanlıların sayısı 189.916’dır.

Ladas, 1928 sayımına göre 1912-23 arasında Türkiye’den Yunanistan’a 914.300 kişinin göçtüğünü, hastalıktan ölenler ve başka yarlere göçenlerle bu sayının 1.100,000 kişi olduğunu söyler.

1914’te Ortadoğu ve Makedonya’dan göçen 115.000 Müslüman mübadillere eklenirse 1912-1924 arasında  Yunanistan’dan 500.000 mübadil gelmiştir.

Mübadelede, malların mübadelesi ve tasfiyesi 10 Haziran 1930 Antlaşması ile Yunanistan’ın 275 bin Sterlini Türkiye’ye ödemesi ile kapanmıştır.

1912-1927 arasında İstanbul ve İzmir’in nüfusu yüzde 40 azaldı.

Venizelos 1940’da bir göçmen heyetine şöyle diyordu: “Lozan’daki antlaşma aslında Yunan ve Müslüman toplulukların ve malların değişimi anlaşması değildi. Bu daha çok Yunanistan’daki Türklerin gönderilmesi anlaşmasaydı.Çünkü Yunanlılar Türkiye’den çıkarılmıştı. Gerçek budur. Hükümetin göçmenler için yapması gereken Yunanistan’da var olan eldeki mülkleri aralarında pay etmektir.”

Göçlerin etkileri

 Göçmenlerin geldikleri ülkeye etkileri konusunda Yunanistan’dan bazı örnekler vermek, konunun önemini göstermek açısından anlamlı olacaktır.

1923’de İzmir’deki Yunan Komiseri Stergiades, kendisini ziyaret eden Yorgo Papandreu’ya, yenilgiyi kastederek “Ben bu felaketin geleceğini anlamıştım” diyordu. “İnsanlara kaçmalarını neden söylemedin” deyince, “Burada kalıp Kemal tarafından öldürülmeleri daha iyidir, çünkü eğer Atina’ya giderlerse herşeyi alt üst ederler” diye cevap veriyordu.

Bir ölçüde haklıydı çünkü nüfusunun 1/5’i kadar muhacirin gelmesi ile ekonomisi kısıtlı ve geri, savaştan yenik çıkmış Yunanistan altüst oldu.

-Orduda çıkan isyan sonucu popülist hükümet istifa etti.

-Kral Konstantin tahtını terk edip ülke dışına gitmek zorunda kaldı.

-Halkın tepkisini bastırmak için ihtilal hükümeti sorumlu başbakan, bakanlar ve Anadolu Kuvvetleri komutanı da içinde olan 6 kişiyi kurşuna dizmek zorunda kaldı.

Göçmenlerin, yerli halkta var olan hanedana sadakat duyguları yoktu, dahası birçok etkili ve güçlü göçmen, Osmanlı İmparatorluğu’nun batı ile yoğun ilişkisi olan, kozmopolit ticaret merkezleri İstanbul ve İzmir’den geliyorlardı. Batı ile yoğun ilişkileri sonucu liberal düşünceliydiler ve cumhuriyetçi fikirlerden etkilenmişlerdi. 1924’de yapılan referandumda göçmenlerin büyük etkisi ile yüzde 70 Cumhuriyet kararı çıktı.

Yunanistan tarihinde göçmenlerin yoğun oldukları kuzeyde, Atina ve Pire gibi şehirlerin çevresindeki göçmen yerleşimlerinde Cumhuriyetçi ve liberal eğilimler her zaman kendisini göstermiştir. Hâlâ büyük siyasi partiler göçmenlerin bağımsız politik güç olmalarını istememelerine rağmen demagojik nedenlerle onlara yaklaşmaktadırlar. Komünist hareket içinde göçmenlerin önemli yeri olmuştur. İç savaşta ve faşizme karşı savaşta da göçmenlerin ayrıcalıklı bir rolü vardı.

1925’de Sir Arthur Salter “Yunanistan ekonomik olarak daha ileri olsa idi yeni gelen mübadilleri bünyesine yerleştirmesi bu kadar kolay olamazdı. Ekonominin bu esnekliğini İngiltere’nin göstermesi mümkün değildir” diyordu.

Gerçekten de geri bir ekonomi, kısıtlı kaynaklar ve büyük bir nüfus baskısı ile karşılaşan Yunanistan için Anadolu felaketi sonucu gelenler gizli bir nimet olmuştu.

İstanbul, İzmir gibi kozmopolit ticaret merkezlerinden, ellerinde büyük servetleri, uluslararası mali deneyimleri, Batı Avrupa ile ticari bağları ile gelen Rumlar, yeniden örgütlenme becerileri, enerjileri ile ekonomiyi canlandırıp ayağa kaldırdılar. İzmir’in bütün uluslararası ticaret bağlantıları Pire’ye kaydı.

Durağan ve atıl Yunanistan ekonomisine yeni gelenlerin katkısı, yeni iş alanları açmak, istihdam sağlamak, tarımda ve sanayide yeni teknolojiyi kullanmak şeklinde görülebilir. Ayrıca Yunanistan, göçmenleri iskan etmek için büyük uluslararası krediler kullandı.

1917’de 103.777 olan işçi sayısı 1930’da 429.831 idi. Yani 300.000 kişiye iş sağlanmıştı. 1923 ile 1929 arasında dış ticaret hacmi 2 misli arttı. Göçten 10 yıl sonra ekilen arazi miktarı yüzde 55 arttı.

Kısacası göçmenlerin Yunanistan’ın bugünkü ekonomik düzeye gelebilmesinde çok önemli katkıları vardır.

 

RADİKAL KİTAP 11 Nisan 2003 Cuma

Anadolu Rumları nereli?

Dr. Nakracas'ın kitabı Yunan varlığı kadar Anadolu Türklüğünü de kapsayan bir çalışma. Dolayısıyla Türkleri de yakından ilgilendiriyor

ÖZDEMİR İNCE

ANADOLU VE RUM GÖÇMENLERİN KÖKENİ

Georgios Nakracas, çeviren: İbram Onsunoğlu, Belge Yayınları, 2003, 305 sayfa, 13 milyon lira.

Adam gibi bir adamın, şerefli bir yazarın elinden çıkmış bir kitap. Tarih kitabı. Ama yazar tarihçi değil. Belki Dr. Georgios Nakracas'ın tarihçi olmaması ele aldığı konu için en büyük şans. Yazarın çok belirgin bir amacı var: Anadolu Rumlarının, Anadolu'dan mübadele ile Yunanistan'a giden göçmenlerin soy kökenleri. Bu bağlamdaki yorumlar Yunan tarihçiliğinin ve milliyetçiliğinin en önemli hurafesini oluşturmakta: Anadolu Rumları, üç bin yıllık süreklilik içinde Eski Yunan kolonicilerinin, İonların, vb., katışıksız torunlarıdır ve bunlar Yunan ulusal bilincini değiştirmeksizin korumuşlardır. Bunun anlamı şu: Türlü nedenlerle bundan üç bin yıl önce Anadolu'nun Ege kıyılarında koloni kuran eski Greklerin ulusal bilinci günümüze kadar gelmiştir.

Dr. Nakracas, Yunan halkının 1922 yılında düştüğü tuzağa tekrar düşmemesi için, zaman zaman Yunanistan Yunanlığına da değinerek Anadolu Rumluğunun üç bin yıllık sürekli Hellenizmle bir ilişkisi olmadığını kanıtlamaya çalışıyor ve bence bunu çarpıcı bir inandırıcılıkla başarıyor.

Halk, kılık değiştirir

Dr. Nakracas'ın kanıtlamaya çalıştığı düşünce Yunan varlığı kadar Anadolu Türklüğünü de ilgilendiriyor. Dolayısıyla kitabı Türkler için de son derece
önemli, büyük bir dikkatle okunması gereken bir çalışma. "Batı Avrupa halklarının aydınlar sınıfı, "arkeon imon progonon" yani "eski atalarımızın torunlarıyız" diye düşünülebilecek bir Avrupa halkının bulunmadığını çok iyi bilmektedir." (s.234) Bunun 'böyle' olduğunu anlamak için yapmamız gerekeni yapacağız ve tarihteki insan hareketlerinde ulus kavramı ile soy ve ırk kavramlarını birbirinden ayırmayı öğreneceğiz. Tarihsel zaman içinde belki 'varlık' olarak varlığını sürdürmesine karşın hiçbir soy ve ırk ad, ve unvan olarak sürekli değildir; kültürel, ekonomik ve siyasal egemenliğini yitiren halk zaman içinde bir başkası olur, kılık değiştirir. Yunan milliyetçiliği günümüz Yunan halkının Antik Yunan'ın devamı olduğu savını Alman tarihçi Jacob Philipp Fallmerayer yerle bir ediyor: Fallmerayer'e göre eski Yunan soyu kaybolmuş ve onun yerini Hellenleşmiş Slavlar ve öteki halkların karışımı almıştır (S.234).

İnsanların yurtları patates-insan tarlaları değildir ama üç bin yıllık sürekli Hellen varlığı savını irdelemek için Anadolu'nun insan yapısını betimlememiz gerekiyor. Bilinen tarih içinde Anadolu egemenleri ve halklar:

Hitit Dönemi, Frig Dönemi, Kimmerler Dönemi, Lidler Dönemi, Med (Pers) Dönemi. Anadolu tam anlamıyla bir Kavimler Kapısı, göçmen barınağı, sanki dönemin ABD'si. Hitit Devleti elbette İ.Ö.1200 yılında ortadan kalktı, ama Hititler yerlerinde ya da bir başka yerleşim yerinde ama Anadolu'da yaşamayı sürdürdüler. Her yeni gelen insan dalgası, Anadolu'nun türlü tenceresine girdi ve bir daha oradan çıkmadı.

Ekonomik nedenler

Anadolu'da Persler Dönemi'ni izleyen dönemler:

Madekon-Roma Çağı (İ.Ö.334-63), Roma Dönemi (İ.S.17-334), Erken Bizans (İ.S.334-610), Orta Bizans Dönemi (İ.S.610-1025), Bizans-Selçuklu Dönemi (1071-1261), Bizans-Moğol Dönemi ve Türk Emirlikleri (1261-1331), Osmanlı-Moğol Dönemi ve Karaman Emirliği (1331-1466), Osmanlı Dönemi (1446-1922). Aynı insan süreci kuşkusuz 1922'ye ve günümüze kadar sürdü.

Şimdi gelelim, "1922 bozgunundan sonra Anadolu'dan ayrılmak zorunda kalan, daha sonra Mübadele ile Yunanistan'a gönderilen Rumlar saf kan Hellen miydi?" sorusuna olumsuz yanıt veren Dr. Georgios Nakracas'ın tezine:

"Rumların Eski Yunan kolonistler ve İoanlar ile soysal ilişkileri ya yok denecek kadar azdır ya da hiç yoktur. Eski Yunan kolonistler yalnızca kıyı seridine yerleşmiş ve orada güçlü koloni kentleri kurmuşlardı. Sayıları nisbeten az olan Yunan kolonistler daha sonraları bir yandan yerli halklar, öbür yandan zamanla Anadolu'ya göç eden veya orada devlet kuran çeşitli uluslar kaynaşarak, Anadolu halklar mozayiğininin artık kolay ayırdedilemeyen bir öğesini oluşturmuşlardı." (s. 13-14)

Nedenleri ne olursa olsun İ.Ö. VIII yüzyıldan VI. yüzyıla kadar eski Hellas'dan Akdeniz, Marmara ve Karadeniz kıyılarına göçler oldu. Göçmenler buralarda koloniler kurdular. Koloniciler geldiğinde 800 yüzyıldır Hitit krallığı ve Ege kıyılarında en azından 400 yıldır Lid, Kar ve Lik halkları vardı.

Bir ad uydurarak Ubidi adlı bir erkeği varsayalım ve örneğimizi somutlaştıralım. Kolonicilerin bölgeye gelmesiyle bizim Lidyalı Ubidi toplumsal zorunluluk ve gereklilikler sonucu Yunanca öğrenerek Hellenleşti ve ailesi bu kimliği sürdürdü. Epeyce yüzyıl sonra Bizans'ın hıristiyanlığı kabul etmesiyle Ubidi'nin torunları da hıristiyanlaştı. Buna karşılık, kıyı kesiminin Yunan kolonicilerinin ulaşmadığı iç kesimlerde, Konya, Amasya, Sivas, Gümüşhane gibi yerlerde Hellenleşme doğrudan dil aracılığıyla olmadı. Yerli halklar (Kelkitler, Kaldeliler, Makronlar, Khalibler, vb.) Bizans döneminde ilkin hıristiyanlaştı ve Yunanca yazılmış inciller aracılığıyla Yunanca öğrenerek Hellenleştiler. Üçüncü tip Rumların ataları ise 17. yüzyıldan itibaren Trakya, Makedonya, Yunanistan ve adalardan ekonomik nedenlerle Anadolu'ya göçmüştü. Bu ekonomik göçmenlerin çoğu Hellenleşmiş Slav'dı. Günümüzden 200-250 yıl öncesine kadar Yunanistan'da Yunanca konuşulmadığı dikkate alınacak olursa bu durum tahminden çok gerçeğe yakındır. Türkler 1071'de Anadolu'ya geldiği zaman karşısında soy bakımından Yunan olmayan ama türlü nedenlerle Yunanca konuşan Hıristiyan insanlar (Rumlar) buldu. Bu insanların büyük bir çoğunluğu 200-250 yıl içinde Müslüman oldu, Osmanlı halkının kurucu dili olan Türkçeyi öğrendi. Daha sonra, çokuluslu Osmanlı İmparatorluğu'nun öteki halkları gibi Anadolu insanı da kendi ulusal kimliklerini buldu. Özetlersek: Yunan kolonicilerinin gelmesiyle Yunanlaşan Lidyalı Ubidi'nin torunlarının bir bölümü zamanla Müslüman ve Türk olup Anadolu'da kaldı, torunlarının bir bölümü ise Hıristiyan dinini kabul edip Hellenleştiği için 1922'de ya da Mübadele'de Yunanistan'a gitmek zorunda kaldı.

Amatör tarihçi Dr. Georgios Natracas böyle diyor. Hemşerimizin (belki kimilerinin yakın ya da uzak akrabasıdır) yazdıkları benim aklıma yatıyor. Siz de okuyun, zaman ve emeğiniz boşa gitmez.

Yazarın Türk-Yunan ilişkilerinde kullandığı tarafsız ve anlayış dolu dil beni çok etkiledi. Ancak Belge Yayınları'nın yayımladığı kitabın arka kapağında ise, "1922'deki Türk mezalimi yüzünden kurban vermiş bir aileden gelen yazar, bu kitabıyla 1919-1922 döneminde Anadolu'daki Yunan mezalimine verdiği kurbanlardan canı yanmış Türk ailelerine üzüntüsünü bildirir ve onlardan sembolik olarak af diler" yazmakta.

Yazar, Dr. Georgios Nakracas kitabının herhangi bir yerinde 'Türk mezalimi'nden yani Türk zulmünden söz etmiyor. Yayıncı, yazarın kitabında kullanmadığı bir sözcüğü Türk ulusuna neden lâyık görüyor acaba? Arka kapak yazarının 'Yunan mezalimi'ni de yazdığı savunma olarak söylenebilir. Ama bir istilacı ile istilacıya karşı kendini savunan ordu ya da halkın işleri aynı kefeye konulamaz. Irkçı milliyetçiliğe, şovenizme karşı olalım, nesnelliğimizi koruyalım ama kendi ulusumuza karşı da âdil olmayı becerelim. Bu nedenle, Belge Yayınları'nın bu tutumunu tuhaf karşıladığımı söylemeliyim.


 

Cumhuriyet Gazetesi Pazar Eki 2.1.2005

İKİ KERE YABANCI

Mübadelenin üzerinden 80 yıl geçti, ama mübadiller için yaşananlar "dün gibi" hatırda. Gazeteci Ayça Abakan suyun iki yakasında mübadelenin izini sürdü ve "İki Kere Yabancı" belgeselini hazırladı. "Ötekiler" anlaşılsın diye...

Savaşların en ağır bedellerinden biri de göç. Türkiye ve Yunanistan arasında yaşanan mübadele de bunlardan biri. Ayça Abakan Duffrene, BBC Türkçe Yayınlar Bölümü'nde çalışan bir gazeteci. Lozan Ahali Mübadelesi Anlaşmasının 80. yılı nedeniyle yaptığı araştırma "İki Kere Yabancı", ona Türkiye Gazeteciler Cemiyeti tarafından verilen Sedat Simavi Radyo Ödülünü kazandırdı. Kendisi de muhacir, mübadil çocuğu olan Abakan, para ödülünü Lozan Mübadilleri Vakfı'na bağışladı. Abakan'la araştırmasını ve bu süreçte yaşadıklarını konuştuk:

-Bu konuda araştırma yapmaya nasıl karar verdiniz?

Bir gün, BBC'de, Londra'ya, İzmir'den, Girit'ten unutulmuş ezgileri taşıyan, İngiltere'nin grisine, Ege'nin mavisini seren Troia Nova grubu üstüne bir sanat programı hazırlarken, "niye bu tür programları daha fazla yapamıyoruz" diye hayıflandım. Sonra rastlantılar birbirini izledi ve Economist dergisinden Bruce Clark'ın epeyce bir teşvikiyle, Lozan Ahali Mübadelesi Antlaşmasının 80. yılı dolayısıyla İstanbul'da Lozan Mübadilleri Vakfı'nca düzenlenen sempozyumu izlemeye geldim. Ve bu toplantıda tanıştığım, söyleştiğim mübadiller, muhacirler, tarihçiler, toplumbilimciler, yazın ustaları, kısacası konuyla ilgili birçok uzmanın aktardığı bilgilerle "donandım", sonra da yola koyuldum.

-Nerelere gittiniz, kimlerle görüştünüz?

Yine zaman darlığından yalnızca İzmir'e, Ayvalık'a, Selanik ve çevresindeki Nea Efesos, Nea Efkarpia, Nea Bafra, Nea Karvali yörelerine gidebildim. 16 gün ve gece boyunca olabildiğince çok sayıda birinci kuşak mübadil ve muhacir bulmaya çalıştım. 1920'lerin başlarını anımsayabilenler artık 80, 90 yaşlarında. Ve bu insanlarla konuşmak öyle pek de kolay değil. Güvenlerini kazanmak gerekiyor. Öyle ya, yeni topraklara gelir gelmez unutmaya karar verdikleri, unutmaları istenen 80 yıllık bir acıyı deşiyorsunuz. Birçok kez "nasıl kaçtınız?" sorusunu sormak çok zor oldu. Bu "nasıl göçettiniz?" sorusundan çok farklı, çok acı anlamlar taşıyor. Soruları soran kişi olarak da elinizden gelen duyarlılığı göstermeniz, nerede durmak gerektiğini bilmeniz, sezmeniz gerekiyor. Çünkü bunca zamana karşın, aile toprağından, evinden, zorla ya da resmi antlaşmalar doğrultusunda çıkarılan dolayısıyla "İki Kez Yabancı"laştırılan bu insanların acısının, öfkesinin ve hatta yer yer kine varan duygularının biraz deşilince ortaya çıkıverdiğini görüyorsunuz. Tabii bütün bu 80 yıl öncesine ilişkin söyleşileri sürdürürken, Kıbrıs'ta, Türk ve Rum toplumları arasında Annan Planı üstüne görüşmeler tıkanmıştı, Kıbrıs ile Girit kıyaslamaları yapılıyordu ve hep "Türklerle Rumlar yine birlikte, yanyana yaşayabilir mi?" sorusuna yanıtlar aranıyordu.

-Bu süreçte sizi en çok etkileyen anlar ya da anılar neler oldu?

İzmir'den Selanik'e uzanan 16 günlük yolculuktan geriye, tanıma şansını yakaladığım bir sürü güzel insanın sesi ve şarkıları kaldı. Gittiğim yerlerde kapılar sonuna dek açıldı, 50'li yaşlarından 90'lı yaşlarına dek birinci ve ikinci kuşak mübadiller ve muhacirler, aslında gayet "özel" olan aile tarihlerini, inanamadığım bir içtenlikle anlattılar.

-Herhangi bir olumsuzlukla karşılaştınız mı?

Nea Efkarpia'da, Anadolulu Rumların kültür derneğine, rehberliğimi yapan İskeçeli gazeteci Şerif Mehmet'le girdiğimiz anda, bir eleştiri yağmuruna tutulduk. Üstelik her ânı verimli, karşılıklı sevgi ile geçen dört günlük kuzeydoğu Yunanistan gezisinin son dakikalarında bunu hiç beklemiyordum. Biraz araştırınca ortaya çıktı ki, birkaç yıl önce aynı yöreye gelmiş olan bir Türk gazeteci, röportajlarını yapıp döndükten sonra "Bunlar Hristiyanlaştırılmış Türkler" başlığıyla haber yapmış. Ve tabii büyük bir tepki ve kırgınlık yaratmış bu.

BEN KİMİM?

-Mübadil, muhacir çocuğu olduğunuzdan söz etmiştiniz. Bu araştırmayı yaparken kendi içinizde nasıl bir süreç yaşadınız?

Annem bir yaşında getirilmiş Selanik yakınlarından. Babamsa Üsküplü. Aile tarihinde elbette Rumeli yemekleri, Rumeli coşkusu eksik olmadı ama sanırım, ilk kez, bu diziyi hazırlarken kendi kimliğimi de sorgulamaya başladım. Gerçi "kimlik sorgulaması", 40'lı yaşlarının sonlarına yaklaşan bizim kuşakta oldum olası var. Bir de buna 21 yıldır Londra'da yaşıyor olmayı eklerseniz, "ben kimim?" sorusu ister istemez sökün ediyor. Ama bu çalışma sırasında beni en çok etkileyen bir önceki âna dek tanımadığım insanlarla bazen birkaç dakika, bazen birkaç saat içinde kurabildiğim iletişim, hatta duygusal bağ oldu. Bu yakınlık, bu sevgi alışverişi, acaba kimlik arayışımın bir uzantısı mıydı? Yanıtını hâlâ arıyorum.

-Türkiye'deki ve Yunanistan'daki mübadilleri, örgütlülük ve olanaklar olarak karşılaştırdığınızda nasıl bir tablo çıkıyor?

Yunanistan topraklarında İç Anadolu, Ege, Karadeniz geleneklerinin yaşatılmış olmasında Anadolulu Rumların çok daha örgütlü, birbirlerine bağlı, birbirlerini destekler olmalarının rolü var kuşkusuz. Sözlü tarih çalışmaları 1930'lu yıllarda son derece düzenli bir şekilde başlatılmış, Anadolu'dan gelen müzik gelenekleri, şarkılar kayda geçirilmiş, aile öyküleri belgelenmiş. Mübadele konusunda araştırma yapmak isteyecek bir kişi, Yunanistan'daki bilgi/belge zenginliği, arşiv ve kaynak bolluğu ile Türkiye'deki çok kısıtlı belgeler ve kaynaklar arasındaki dengesizliğe şaşıracaktır. Türkiye'deyse, araştırmacıların, bu konuya olan genel ilgisizlikten başka, bir diğer sorunları, arşivlere ulaşımda karşılaştıkları zorluklar, yetersizlikler ya da kimi zaman engeller. İşte bu koşullarda Lozan Mübadilleri Vakfı, gayet kısıtlı olanaklarla çok önemli işler yapıyor, derleme/belgeleme/kaynak sunma çalışmaları yürütüyor. LMV'nin desteği ve yönlendirmesi olmasaydı, bu kadar kısa bir sürede bu kadar değişik insanı bulmam ve konuşmam mümkün olamazdı.

İZMİRLİ RUMLAR

-Yaşar Kemal'in "mübadele edilen kitleler arasındaki kültür farklarının ülkelere de yansıdığı" görüşü hakında ne düşünüyorsunuz? Somut örnekler gördünüz mü?

Şimdi kişisel övünme gibi gelecek ama, İzmirli Rumların Yunanistan kültüründe bir fırtına estirdiği, dil, müzik, edebiyat, yaşama üslubu bakımından büyük zenginlikler kattığı yazılmış, çizilmiş bir gerçek. Anadolu'dan giden ve gitmek zorundan bırakılan Rumların beraberlerinde taşıdıkları meslekler, yetenekler, bambaşka bir Yunanistan toplumu yaratmış 20'li yıllardan itibaren. Üstelik onca ekonomik zorluğa karşın. Ben, Ege adalarından, Yunanistan'dan Anadolu'ya göçeden ya da ettirilen Türklerin de, benzer kültürel zenginlikleri beraberlerinde getirdikleri inancındayım. Ama Türkiye'deki fark, bu geleneklere, bu yeteneklere sahip çıkılmamış olması yani bir yerde ihmalkarlık... Muhacirlerin, mübadillerin birikimleri bir anlamda harcanmış 20'li, 30'lu yıllarda. Bunu en açık olarak müzikte görüyoruz. Gidebildiğim Yunan kasabalarında, Selanik'in arka mahallelerindeki herhangi bir plakçıda reyon reyon İzmir CD'leri bulabiliyorsunuz da, bırakın Ayvalık'ı, İzmir'de, İstanbul'da bile, Girit ezgileri, Selanik şarkıları, Midilli havaları derlemesine asla ulaşamıyorsunuz. l

 

 

Bu web sitesi ile ilgili soru veya görüşlerinizi bilgi@lozanmubadilleri.net adresine gönderiniz.
Telif Hakkı © 2004 LOZAN MUBADILLERI VAKFI & DERNEGI
Son değiştirilme tarihi: 28/10/06