|
İstanbul Bilgi Üniversitesi Göç Araştırmaları Merkezi İdari Direktörü Neşe Erdilek’in BARAKA dergisinde yayınlanan “Türk Yunan Nüfus Mübadelesi başlıklı yazısı… Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi ile ilgili araştırmalarda sözlü tarih metodu bize, tarihte yaşanan bu gibi insanlık dramlarını tozlu kâğıtlar ve rakamlardan çıkarıp, insan boyutunu görmemizi sağlamaktadır. Nereden, ne zaman, nasıl, kaç kişi, hangi koşullarda, ne ile, ilk nereye, en son yerleştikleri yere kadarki hikâyeleri, ne kadar toprak verildi, geldikleri yeni yurtlarındaki yaşamları, nasıl karşılandılar, dil zorluğu çektiler mi, adetlerdeki farklılıklar, ekonomik yaşamları, ne üretirdiler, şimdi ne üretiyorlar vb. sorularla, göçün insana değin hikâyesi toplanabilmektedir. Bu konularda Yunanistan’da çok kapsamlı bir sözlü arşiv oluşturulmuştur. Bunların yanı sıra göçmenlerin topluma etkisi konusunda, müzik alanında Rebetika müzik türünün doğması, Anadolu yemek kültürünün Yunanistan’da etkili olması, linguistik açıdan göçmenlerin günlük konuşulan dile etkileri. Siyasete, ticarete, tarıma, kısaca tüm yaşam alanlarına göçmenlerin etkileri konusunda, birçok araştırma yapılmış, yayınlar çıkarılmış ve ilgili araştırma merkezleri kurulmuştur. Cumhuriyet dönemine gelindiğinde 1923 Lozan Barış Antlaşması, 1 milyon 250 bin Türkiye Cumhuriyeti uyruklu Fener Ekümenik Patrikhanesi’ne bağlı Ortodoks Hıristiyan ile 500 bin Yunan uyruklu Müslümanın zorunlu mübadelesini getirmişti. Bu konuyu incelemeden önce, fazla bilinmeyen ancak sonuçları ile etkili olan Anadolu’ya 19. yüzyıldaki Yunan göçüne değinmek gerekmektedir. Osmanlı İmparatorluğu’nda Rumlar, diğer azınlık gruplarına göre ayrıcalıklı idiler. Rum Patrikliği, Avrupa ve Asya’da bütün Ortodoks Hıristiyanların temsilcisi konumundaydı. Osmanlı bürokrasisinde ilk görev alanlar ve Avrupa kapitalist sistemi ile ilk bağlantı kuranlardı. Batı, uygarlığının kültür temellerini Antik Yunan’da keşfettiğinden beri doğuda bağımsız bir Yunanistan’ın ekonomik rolü ile yakından ilgileniyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nda, 1839 Tanzimat ve 1856 Islahat Fermanları ve Batı’nın dayatmaları ile azınlıkların ekonomik koşulları, Müslümanlara göre avantaj kazanmıştı. Müslümanlar gibi askerlik zorunlulukları yoktu (19. yüzyılda da sürekli savaşlarla Müslüman erkekler üretim dışındaydı), batı ile yoğun ticaret sonucunda elde ettikleri gelire göre vergiler oldukça önemsizdi. Bu azınlık haklarının sağladığı ekonomik yarar sonucunda, yeni kurulan (1829) kısıtlı imkânlı Yunanistan’da ve Adalar’da iş bulamayan Yunanlı nüfus, Batı Anadolu’ya göç ederek yerleşmeye başladı. 1830’da İzmir’de 80 bin Türk ve 20 bin Rum olduğu tahmin ediliyor. 1860’da ise İzmir’de 41 bin Müslüman ve 75 bin Yunanlı vardı. Bir İngiliz konsolosluk raporunda 1880’de göçmen Yunanlı sayısı 200 bin olarak veriliyor. Müslüman nüfus ise ekonomik bakımdan gerileyerek içlere doğru kaçıyordu. Yunan kolonicilerin akışı sadece kıyılara değil, Manisa, Akşehir, Aydın, Trabzon ve Giresun’a da oluyordu. 20 yıl içinde (1887-1908) Müslümanlar, Urla’da yüzde 34.9’dan yüzde 24.7’ye, Çeşme’de yüzde 12’den yüzde 10.9’a, Seferihisar’da yüzde 82.1’den yüzde 74’e düşmüştü. 1914’teki toprak kayıplarından sonra Osmanlı topraklarında 1.729.657 Rum-Elen-Yunanlı vardı. Toplam nüfusun yüzde 9’u. 1919’da Batı Anadolu’daki imalathanelerin yüzde 73’ü Rumların elindeydi. Bu, daha önceden planlanmış bir kolonileşme değildi, ama sonucunda 1919-1922 Türk-Yunan savaşında Atina’nın Anadolu’yu işgal etmesine gerekçe olacak bir nüfus yoğunluğu yarattı. Yunanistan ile nüfus mübadelesinin ilk örneği, 1914’te İttihat ve Terakki’nin kararı ile Trakya’dan 115 bin, Batı Anadolu’dan 150 bin Yunanlının Yunanistan’a, 85 bin Rum’un da Anadolu içlerine gönderilmesi idi. 115 bin Müslüman da Yunanistan’dan Anadolu’ya gönderilmişti. Resmen bir mübadele antlaşması (Haziran 1914’de İzmir’de) da yapılmış, ancak Osmanlı İmparatorluğu savaşa girince uygulanamamıştı. Savaş sırasında, gidenlerden 51 bin Rum Batı Trakya’ya, 83 bini Doğu Trakya’ya, 100 bini de Anadolu’ya geri dönmüştü. Türk-Yunan savaşı sonucunda Eylül 1922’de yüzbinlerce Yunanlı, Anadolu ve Trakya’dan Yunanistan’a kaçmıştı. 1912 Balkan savaşından beri devam eden göç dalgası ile Yunanistan’da göçmen sayısı 1 milyon civarındaydı. Yunanistan nüfusunun 1/4’ü oranında yer tutan göçmenlerin yarattıkları sorunlara çözüm aranmakla, Milletler Cemiyeti tarafından Norveçli siyaset adamı ve Kuzey Kutbu kaşifi Dr. Nansen görevlendirilmişti. Mustafa Kemal Paşa’nın Lozan Heyeti Başkanı Venizelos ile temasları sonucu, zorunlu nüfus mübadelesinin kaçınılmız olduğu ortaya çıkmıştı. Zorunlu mübadele, dünyada çeşitli tepkilere yol açmıştı. Halkların, mülkiyetleri keyfi biçimde el değiştirilebilecek hayvan sürüleri olmadığı, bunun barbarca bir uygulama, bireysel insan haklarını çiğnemek olarak değerlendirilmesine karşın mübadele zorunlu bir çözüm olarak kabul edilmişti. Bu ilk uygulama daha sonra II. Dünya Savaşı sonrasında da örnek alınmıştı. Halen de uygulanmaktadır. Atina, zorunluluk kararının Ankara’nın dayatması olduğunu iddia etmesine rağmen özünde bunu isteyen Yunan tarafıydı. Yunanistan’da yaşayan Müslümanlar göç etmek niyetinde değillerdi. Yunanistan ise kısıtlı olanak ve toprakları ile yeni gelen 1 milyon insana toprak, barınak, iş sağlamak için Müslüman halkın göçmesini istiyordu. Ankara hükümeti de kaçan Rumların bir daha geri dönmemelerini sağlamaya çalışıyordu. Lozan Antlaşması eki olarak kabul edilen Mübadele Antlaşması’na göre İstanbul Rumları ve Batı Trakya Müslümanları dışındaki iki ülkedeki bütün Müslüman ve Ortodoks Hıristiyanlar mübadeleye dahil edildi. 1912 Balkan savaşından itibaren yerlerini terk edenler mübadil sayıldı. Sonuçta, Mübadele Komisyonu rakamlarına göre, mübadele kapsamında gelen Türklerin sayısı 388.146, Yunanlıların sayısı 189.916’dır. Ladas, 1928 sayımına göre 1912-23 arasında Türkiye’den Yunanistan’a 914.300 kişinin göçtüğünü, hastalıktan ölenler ve başka yarlere göçenlerle bu sayının 1.100,000 kişi olduğunu söyler. 1914’te Ortadoğu ve Makedonya’dan göçen 115.000 Müslüman mübadillere eklenirse 1912-1924 arasında Yunanistan’dan 500.000 mübadil gelmiştir. Mübadelede, malların mübadelesi ve tasfiyesi 10 Haziran 1930 Antlaşması ile Yunanistan’ın 275 bin Sterlini Türkiye’ye ödemesi ile kapanmıştır. 1912-1927 arasında İstanbul ve İzmir’in nüfusu yüzde 40 azaldı. Venizelos 1940’da bir göçmen heyetine şöyle diyordu: “Lozan’daki antlaşma aslında Yunan ve Müslüman toplulukların ve malların değişimi anlaşması değildi. Bu daha çok Yunanistan’daki Türklerin gönderilmesi anlaşmasaydı.Çünkü Yunanlılar Türkiye’den çıkarılmıştı. Gerçek budur. Hükümetin göçmenler için yapması gereken Yunanistan’da var olan eldeki mülkleri aralarında pay etmektir.” Göçlerin etkileri Göçmenlerin geldikleri ülkeye etkileri konusunda Yunanistan’dan bazı örnekler vermek, konunun önemini göstermek açısından anlamlı olacaktır. 1923’de İzmir’deki Yunan Komiseri Stergiades, kendisini ziyaret eden Yorgo Papandreu’ya, yenilgiyi kastederek “Ben bu felaketin geleceğini anlamıştım” diyordu. “İnsanlara kaçmalarını neden söylemedin” deyince, “Burada kalıp Kemal tarafından öldürülmeleri daha iyidir, çünkü eğer Atina’ya giderlerse herşeyi alt üst ederler” diye cevap veriyordu. Bir ölçüde haklıydı çünkü nüfusunun 1/5’i kadar muhacirin gelmesi ile ekonomisi kısıtlı ve geri, savaştan yenik çıkmış Yunanistan altüst oldu. -Orduda çıkan isyan sonucu popülist hükümet istifa etti. -Kral Konstantin tahtını terk edip ülke dışına gitmek zorunda kaldı. -Halkın tepkisini bastırmak için ihtilal hükümeti sorumlu başbakan, bakanlar ve Anadolu Kuvvetleri komutanı da içinde olan 6 kişiyi kurşuna dizmek zorunda kaldı. Göçmenlerin, yerli halkta var olan hanedana sadakat duyguları yoktu, dahası birçok etkili ve güçlü göçmen, Osmanlı İmparatorluğu’nun batı ile yoğun ilişkisi olan, kozmopolit ticaret merkezleri İstanbul ve İzmir’den geliyorlardı. Batı ile yoğun ilişkileri sonucu liberal düşünceliydiler ve cumhuriyetçi fikirlerden etkilenmişlerdi. 1924’de yapılan referandumda göçmenlerin büyük etkisi ile yüzde 70 Cumhuriyet kararı çıktı. Yunanistan tarihinde göçmenlerin yoğun oldukları kuzeyde, Atina ve Pire gibi şehirlerin çevresindeki göçmen yerleşimlerinde Cumhuriyetçi ve liberal eğilimler her zaman kendisini göstermiştir. Hâlâ büyük siyasi partiler göçmenlerin bağımsız politik güç olmalarını istememelerine rağmen demagojik nedenlerle onlara yaklaşmaktadırlar. Komünist hareket içinde göçmenlerin önemli yeri olmuştur. İç savaşta ve faşizme karşı savaşta da göçmenlerin ayrıcalıklı bir rolü vardı. 1925’de Sir Arthur Salter “Yunanistan ekonomik olarak daha ileri olsa idi yeni gelen mübadilleri bünyesine yerleştirmesi bu kadar kolay olamazdı. Ekonominin bu esnekliğini İngiltere’nin göstermesi mümkün değildir” diyordu. Gerçekten de geri bir ekonomi, kısıtlı kaynaklar ve büyük bir nüfus baskısı ile karşılaşan Yunanistan için Anadolu felaketi sonucu gelenler gizli bir nimet olmuştu. İstanbul, İzmir gibi kozmopolit ticaret merkezlerinden, ellerinde büyük servetleri, uluslararası mali deneyimleri, Batı Avrupa ile ticari bağları ile gelen Rumlar, yeniden örgütlenme becerileri, enerjileri ile ekonomiyi canlandırıp ayağa kaldırdılar. İzmir’in bütün uluslararası ticaret bağlantıları Pire’ye kaydı. Durağan ve atıl Yunanistan ekonomisine yeni gelenlerin katkısı, yeni iş alanları açmak, istihdam sağlamak, tarımda ve sanayide yeni teknolojiyi kullanmak şeklinde görülebilir. Ayrıca Yunanistan, göçmenleri iskan etmek için büyük uluslararası krediler kullandı. 1917’de 103.777 olan işçi sayısı 1930’da 429.831 idi. Yani 300.000 kişiye iş sağlanmıştı. 1923 ile 1929 arasında dış ticaret hacmi 2 misli arttı. Göçten 10 yıl sonra ekilen arazi miktarı yüzde 55 arttı. Kısacası göçmenlerin Yunanistan’ın bugünkü ekonomik düzeye gelebilmesinde çok önemli katkıları vardır.
RADİKAL KİTAP 11 Nisan 2003 Cuma Anadolu Rumları nereli? Dr. Nakracas'ın kitabı Yunan varlığı kadar Anadolu Türklüğünü de kapsayan bir çalışma. Dolayısıyla Türkleri de yakından ilgilendiriyor
ÖZDEMİR İNCE ANADOLU VE RUM GÖÇMENLERİN KÖKENİ Georgios Nakracas, çeviren: İbram Onsunoğlu, Belge Yayınları, 2003, 305 sayfa, 13 milyon lira. Adam gibi bir adamın, şerefli bir yazarın elinden çıkmış bir kitap. Tarih kitabı. Ama yazar tarihçi değil. Belki Dr. Georgios Nakracas'ın tarihçi olmaması ele aldığı konu için en büyük şans. Yazarın çok belirgin bir amacı var: Anadolu Rumlarının, Anadolu'dan mübadele ile Yunanistan'a giden göçmenlerin soy kökenleri. Bu bağlamdaki yorumlar Yunan tarihçiliğinin ve milliyetçiliğinin en önemli hurafesini oluşturmakta: Anadolu Rumları, üç bin yıllık süreklilik içinde Eski Yunan kolonicilerinin, İonların, vb., katışıksız torunlarıdır ve bunlar Yunan ulusal bilincini değiştirmeksizin korumuşlardır. Bunun anlamı şu: Türlü nedenlerle bundan üç bin yıl önce Anadolu'nun Ege kıyılarında koloni kuran eski Greklerin ulusal bilinci günümüze kadar gelmiştir. Dr. Nakracas, Yunan halkının 1922 yılında düştüğü tuzağa tekrar düşmemesi için, zaman zaman Yunanistan Yunanlığına da değinerek Anadolu Rumluğunun üç bin yıllık sürekli Hellenizmle bir ilişkisi olmadığını kanıtlamaya çalışıyor ve bence bunu çarpıcı bir inandırıcılıkla başarıyor. Halk, kılık değiştirir
Dr. Nakracas'ın kanıtlamaya çalıştığı düşünce
Yunan varlığı kadar Anadolu Türklüğünü de ilgilendiriyor. Dolayısıyla kitabı
Türkler için de son derece İnsanların yurtları patates-insan tarlaları değildir ama üç bin yıllık sürekli Hellen varlığı savını irdelemek için Anadolu'nun insan yapısını betimlememiz gerekiyor. Bilinen tarih içinde Anadolu egemenleri ve halklar: Hitit Dönemi, Frig Dönemi, Kimmerler Dönemi, Lidler Dönemi, Med (Pers) Dönemi. Anadolu tam anlamıyla bir Kavimler Kapısı, göçmen barınağı, sanki dönemin ABD'si. Hitit Devleti elbette İ.Ö.1200 yılında ortadan kalktı, ama Hititler yerlerinde ya da bir başka yerleşim yerinde ama Anadolu'da yaşamayı sürdürdüler. Her yeni gelen insan dalgası, Anadolu'nun türlü tenceresine girdi ve bir daha oradan çıkmadı. Ekonomik nedenler Anadolu'da Persler Dönemi'ni izleyen dönemler: Madekon-Roma Çağı (İ.Ö.334-63), Roma Dönemi (İ.S.17-334), Erken Bizans (İ.S.334-610), Orta Bizans Dönemi (İ.S.610-1025), Bizans-Selçuklu Dönemi (1071-1261), Bizans-Moğol Dönemi ve Türk Emirlikleri (1261-1331), Osmanlı-Moğol Dönemi ve Karaman Emirliği (1331-1466), Osmanlı Dönemi (1446-1922). Aynı insan süreci kuşkusuz 1922'ye ve günümüze kadar sürdü. Şimdi gelelim, "1922 bozgunundan sonra Anadolu'dan ayrılmak zorunda kalan, daha sonra Mübadele ile Yunanistan'a gönderilen Rumlar saf kan Hellen miydi?" sorusuna olumsuz yanıt veren Dr. Georgios Nakracas'ın tezine: "Rumların Eski Yunan kolonistler ve İoanlar ile soysal ilişkileri ya yok denecek kadar azdır ya da hiç yoktur. Eski Yunan kolonistler yalnızca kıyı seridine yerleşmiş ve orada güçlü koloni kentleri kurmuşlardı. Sayıları nisbeten az olan Yunan kolonistler daha sonraları bir yandan yerli halklar, öbür yandan zamanla Anadolu'ya göç eden veya orada devlet kuran çeşitli uluslar kaynaşarak, Anadolu halklar mozayiğininin artık kolay ayırdedilemeyen bir öğesini oluşturmuşlardı." (s. 13-14) Nedenleri ne olursa olsun İ.Ö. VIII yüzyıldan VI. yüzyıla kadar eski Hellas'dan Akdeniz, Marmara ve Karadeniz kıyılarına göçler oldu. Göçmenler buralarda koloniler kurdular. Koloniciler geldiğinde 800 yüzyıldır Hitit krallığı ve Ege kıyılarında en azından 400 yıldır Lid, Kar ve Lik halkları vardı. Bir ad uydurarak Ubidi adlı bir erkeği varsayalım ve örneğimizi somutlaştıralım. Kolonicilerin bölgeye gelmesiyle bizim Lidyalı Ubidi toplumsal zorunluluk ve gereklilikler sonucu Yunanca öğrenerek Hellenleşti ve ailesi bu kimliği sürdürdü. Epeyce yüzyıl sonra Bizans'ın hıristiyanlığı kabul etmesiyle Ubidi'nin torunları da hıristiyanlaştı. Buna karşılık, kıyı kesiminin Yunan kolonicilerinin ulaşmadığı iç kesimlerde, Konya, Amasya, Sivas, Gümüşhane gibi yerlerde Hellenleşme doğrudan dil aracılığıyla olmadı. Yerli halklar (Kelkitler, Kaldeliler, Makronlar, Khalibler, vb.) Bizans döneminde ilkin hıristiyanlaştı ve Yunanca yazılmış inciller aracılığıyla Yunanca öğrenerek Hellenleştiler. Üçüncü tip Rumların ataları ise 17. yüzyıldan itibaren Trakya, Makedonya, Yunanistan ve adalardan ekonomik nedenlerle Anadolu'ya göçmüştü. Bu ekonomik göçmenlerin çoğu Hellenleşmiş Slav'dı. Günümüzden 200-250 yıl öncesine kadar Yunanistan'da Yunanca konuşulmadığı dikkate alınacak olursa bu durum tahminden çok gerçeğe yakındır. Türkler 1071'de Anadolu'ya geldiği zaman karşısında soy bakımından Yunan olmayan ama türlü nedenlerle Yunanca konuşan Hıristiyan insanlar (Rumlar) buldu. Bu insanların büyük bir çoğunluğu 200-250 yıl içinde Müslüman oldu, Osmanlı halkının kurucu dili olan Türkçeyi öğrendi. Daha sonra, çokuluslu Osmanlı İmparatorluğu'nun öteki halkları gibi Anadolu insanı da kendi ulusal kimliklerini buldu. Özetlersek: Yunan kolonicilerinin gelmesiyle Yunanlaşan Lidyalı Ubidi'nin torunlarının bir bölümü zamanla Müslüman ve Türk olup Anadolu'da kaldı, torunlarının bir bölümü ise Hıristiyan dinini kabul edip Hellenleştiği için 1922'de ya da Mübadele'de Yunanistan'a gitmek zorunda kaldı. Amatör tarihçi Dr. Georgios Natracas böyle diyor. Hemşerimizin (belki kimilerinin yakın ya da uzak akrabasıdır) yazdıkları benim aklıma yatıyor. Siz de okuyun, zaman ve emeğiniz boşa gitmez. Yazarın Türk-Yunan ilişkilerinde kullandığı tarafsız ve anlayış dolu dil beni çok etkiledi. Ancak Belge Yayınları'nın yayımladığı kitabın arka kapağında ise, "1922'deki Türk mezalimi yüzünden kurban vermiş bir aileden gelen yazar, bu kitabıyla 1919-1922 döneminde Anadolu'daki Yunan mezalimine verdiği kurbanlardan canı yanmış Türk ailelerine üzüntüsünü bildirir ve onlardan sembolik olarak af diler" yazmakta. Yazar, Dr. Georgios Nakracas kitabının herhangi bir yerinde 'Türk mezalimi'nden yani Türk zulmünden söz etmiyor. Yayıncı, yazarın kitabında kullanmadığı bir sözcüğü Türk ulusuna neden lâyık görüyor acaba? Arka kapak yazarının 'Yunan mezalimi'ni de yazdığı savunma olarak söylenebilir. Ama bir istilacı ile istilacıya karşı kendini savunan ordu ya da halkın işleri aynı kefeye konulamaz. Irkçı milliyetçiliğe, şovenizme karşı olalım, nesnelliğimizi koruyalım ama kendi ulusumuza karşı da âdil olmayı becerelim. Bu nedenle, Belge Yayınları'nın bu tutumunu tuhaf karşıladığımı söylemeliyim.
Cumhuriyet Gazetesi Pazar Eki 2.1.2005 İKİ KERE YABANCI Mübadelenin üzerinden 80 yıl geçti, ama mübadiller için yaşananlar "dün gibi" hatırda. Gazeteci Ayça Abakan suyun iki yakasında mübadelenin izini sürdü ve "İki Kere Yabancı" belgeselini hazırladı. "Ötekiler" anlaşılsın diye... Savaşların en ağır bedellerinden biri de göç. Türkiye ve Yunanistan arasında yaşanan mübadele de bunlardan biri. Ayça Abakan Duffrene, BBC Türkçe Yayınlar Bölümü'nde çalışan bir gazeteci. Lozan Ahali Mübadelesi Anlaşmasının 80. yılı nedeniyle yaptığı araştırma "İki Kere Yabancı", ona Türkiye Gazeteciler Cemiyeti tarafından verilen Sedat Simavi Radyo Ödülünü kazandırdı. Kendisi de muhacir, mübadil çocuğu olan Abakan, para ödülünü Lozan Mübadilleri Vakfı'na bağışladı. Abakan'la araştırmasını ve bu süreçte yaşadıklarını konuştuk: -Bu konuda araştırma yapmaya nasıl karar verdiniz? Bir gün, BBC'de, Londra'ya, İzmir'den, Girit'ten unutulmuş ezgileri taşıyan, İngiltere'nin grisine, Ege'nin mavisini seren Troia Nova grubu üstüne bir sanat programı hazırlarken, "niye bu tür programları daha fazla yapamıyoruz" diye hayıflandım. Sonra rastlantılar birbirini izledi ve Economist dergisinden Bruce Clark'ın epeyce bir teşvikiyle, Lozan Ahali Mübadelesi Antlaşmasının 80. yılı dolayısıyla İstanbul'da Lozan Mübadilleri Vakfı'nca düzenlenen sempozyumu izlemeye geldim. Ve bu toplantıda tanıştığım, söyleştiğim mübadiller, muhacirler, tarihçiler, toplumbilimciler, yazın ustaları, kısacası konuyla ilgili birçok uzmanın aktardığı bilgilerle "donandım", sonra da yola koyuldum. -Nerelere gittiniz, kimlerle görüştünüz? Yine zaman darlığından yalnızca İzmir'e, Ayvalık'a, Selanik ve çevresindeki Nea Efesos, Nea Efkarpia, Nea Bafra, Nea Karvali yörelerine gidebildim. 16 gün ve gece boyunca olabildiğince çok sayıda birinci kuşak mübadil ve muhacir bulmaya çalıştım. 1920'lerin başlarını anımsayabilenler artık 80, 90 yaşlarında. Ve bu insanlarla konuşmak öyle pek de kolay değil. Güvenlerini kazanmak gerekiyor. Öyle ya, yeni topraklara gelir gelmez unutmaya karar verdikleri, unutmaları istenen 80 yıllık bir acıyı deşiyorsunuz. Birçok kez "nasıl kaçtınız?" sorusunu sormak çok zor oldu. Bu "nasıl göçettiniz?" sorusundan çok farklı, çok acı anlamlar taşıyor. Soruları soran kişi olarak da elinizden gelen duyarlılığı göstermeniz, nerede durmak gerektiğini bilmeniz, sezmeniz gerekiyor. Çünkü bunca zamana karşın, aile toprağından, evinden, zorla ya da resmi antlaşmalar doğrultusunda çıkarılan dolayısıyla "İki Kez Yabancı"laştırılan bu insanların acısının, öfkesinin ve hatta yer yer kine varan duygularının biraz deşilince ortaya çıkıverdiğini görüyorsunuz. Tabii bütün bu 80 yıl öncesine ilişkin söyleşileri sürdürürken, Kıbrıs'ta, Türk ve Rum toplumları arasında Annan Planı üstüne görüşmeler tıkanmıştı, Kıbrıs ile Girit kıyaslamaları yapılıyordu ve hep "Türklerle Rumlar yine birlikte, yanyana yaşayabilir mi?" sorusuna yanıtlar aranıyordu. -Bu süreçte sizi en çok etkileyen anlar ya da anılar neler oldu? İzmir'den Selanik'e uzanan 16 günlük yolculuktan geriye, tanıma şansını yakaladığım bir sürü güzel insanın sesi ve şarkıları kaldı. Gittiğim yerlerde kapılar sonuna dek açıldı, 50'li yaşlarından 90'lı yaşlarına dek birinci ve ikinci kuşak mübadiller ve muhacirler, aslında gayet "özel" olan aile tarihlerini, inanamadığım bir içtenlikle anlattılar. -Herhangi bir olumsuzlukla karşılaştınız mı? Nea Efkarpia'da, Anadolulu Rumların kültür derneğine, rehberliğimi yapan İskeçeli gazeteci Şerif Mehmet'le girdiğimiz anda, bir eleştiri yağmuruna tutulduk. Üstelik her ânı verimli, karşılıklı sevgi ile geçen dört günlük kuzeydoğu Yunanistan gezisinin son dakikalarında bunu hiç beklemiyordum. Biraz araştırınca ortaya çıktı ki, birkaç yıl önce aynı yöreye gelmiş olan bir Türk gazeteci, röportajlarını yapıp döndükten sonra "Bunlar Hristiyanlaştırılmış Türkler" başlığıyla haber yapmış. Ve tabii büyük bir tepki ve kırgınlık yaratmış bu. BEN KİMİM? -Mübadil, muhacir çocuğu olduğunuzdan söz etmiştiniz. Bu araştırmayı yaparken kendi içinizde nasıl bir süreç yaşadınız? Annem bir yaşında getirilmiş Selanik yakınlarından. Babamsa Üsküplü. Aile tarihinde elbette Rumeli yemekleri, Rumeli coşkusu eksik olmadı ama sanırım, ilk kez, bu diziyi hazırlarken kendi kimliğimi de sorgulamaya başladım. Gerçi "kimlik sorgulaması", 40'lı yaşlarının sonlarına yaklaşan bizim kuşakta oldum olası var. Bir de buna 21 yıldır Londra'da yaşıyor olmayı eklerseniz, "ben kimim?" sorusu ister istemez sökün ediyor. Ama bu çalışma sırasında beni en çok etkileyen bir önceki âna dek tanımadığım insanlarla bazen birkaç dakika, bazen birkaç saat içinde kurabildiğim iletişim, hatta duygusal bağ oldu. Bu yakınlık, bu sevgi alışverişi, acaba kimlik arayışımın bir uzantısı mıydı? Yanıtını hâlâ arıyorum. -Türkiye'deki ve Yunanistan'daki mübadilleri, örgütlülük ve olanaklar olarak karşılaştırdığınızda nasıl bir tablo çıkıyor? Yunanistan topraklarında İç Anadolu, Ege, Karadeniz geleneklerinin yaşatılmış olmasında Anadolulu Rumların çok daha örgütlü, birbirlerine bağlı, birbirlerini destekler olmalarının rolü var kuşkusuz. Sözlü tarih çalışmaları 1930'lu yıllarda son derece düzenli bir şekilde başlatılmış, Anadolu'dan gelen müzik gelenekleri, şarkılar kayda geçirilmiş, aile öyküleri belgelenmiş. Mübadele konusunda araştırma yapmak isteyecek bir kişi, Yunanistan'daki bilgi/belge zenginliği, arşiv ve kaynak bolluğu ile Türkiye'deki çok kısıtlı belgeler ve kaynaklar arasındaki dengesizliğe şaşıracaktır. Türkiye'deyse, araştırmacıların, bu konuya olan genel ilgisizlikten başka, bir diğer sorunları, arşivlere ulaşımda karşılaştıkları zorluklar, yetersizlikler ya da kimi zaman engeller. İşte bu koşullarda Lozan Mübadilleri Vakfı, gayet kısıtlı olanaklarla çok önemli işler yapıyor, derleme/belgeleme/kaynak sunma çalışmaları yürütüyor. LMV'nin desteği ve yönlendirmesi olmasaydı, bu kadar kısa bir sürede bu kadar değişik insanı bulmam ve konuşmam mümkün olamazdı. İZMİRLİ RUMLAR -Yaşar Kemal'in "mübadele edilen kitleler arasındaki kültür farklarının ülkelere de yansıdığı" görüşü hakında ne düşünüyorsunuz? Somut örnekler gördünüz mü? Şimdi kişisel övünme gibi gelecek ama, İzmirli Rumların Yunanistan kültüründe bir fırtına estirdiği, dil, müzik, edebiyat, yaşama üslubu bakımından büyük zenginlikler kattığı yazılmış, çizilmiş bir gerçek. Anadolu'dan giden ve gitmek zorundan bırakılan Rumların beraberlerinde taşıdıkları meslekler, yetenekler, bambaşka bir Yunanistan toplumu yaratmış 20'li yıllardan itibaren. Üstelik onca ekonomik zorluğa karşın. Ben, Ege adalarından, Yunanistan'dan Anadolu'ya göçeden ya da ettirilen Türklerin de, benzer kültürel zenginlikleri beraberlerinde getirdikleri inancındayım. Ama Türkiye'deki fark, bu geleneklere, bu yeteneklere sahip çıkılmamış olması yani bir yerde ihmalkarlık... Muhacirlerin, mübadillerin birikimleri bir anlamda harcanmış 20'li, 30'lu yıllarda. Bunu en açık olarak müzikte görüyoruz. Gidebildiğim Yunan kasabalarında, Selanik'in arka mahallelerindeki herhangi bir plakçıda reyon reyon İzmir CD'leri bulabiliyorsunuz da, bırakın Ayvalık'ı, İzmir'de, İstanbul'da bile, Girit ezgileri, Selanik şarkıları, Midilli havaları derlemesine asla ulaşamıyorsunuz. l |
Bu web sitesi ile ilgili soru veya görüşlerinizi
bilgi@lozanmubadilleri.net adresine gönderiniz.
|