Hz. Şeyh ABDULLAH
DAĞISTANÎ
[Kaddesallahu Sırrahu'l-Azîz – Allah O’nun aziz sırrını
kutsasın ]
[Dağıstan, 1891 - Şam, 1973]
-Bu sayfayı okuduktan sonra websayfamızdaki
"Su Üstüne Yazı Yazmak"
sayfamızı da okumanızı özellikle tavsiye ederiz.-
BİR “RUH AVCISI”NIN PORTRESİ
Sen
yüreğimden ayrılmaz bir parçasın.
Gözlerime
hiç uyku girmez ;
Çünkü Sen
göz kapaklarımla gözlerim arasındasın.
Ruhun
deruni kelamı gibi, aşkın bir yanımdır...
Soluğum
olmasan, soluyamam ;
Bütün
duygularım içinde dolaşır bulmaktayım Seni...
Ebu’l Hasan Sumnan
“Suya
Yazılan Yazı” başlığı ile yayınlanan yazımızda(*)macerasını
özetlediğimiz Muhyiddin Şekûr’a hitaben söylenen “Abdullah Dağıstani
bir ruh avcısıdır. Seni ezelde görmüş ve kendisi için seçmiş.”(**)
ibaresinden ilhamla bu yazının başlığını belirledim.
Muhyiddin Şekûr’un kitabını okuyana kadar sadece ismini bildiğim bir
veli olan Abdullah Dağıstani hakkında merakım o günden sonra çok
ziyadeleşti. Zaten kitabı okuyan herkeste aynı duygunun oluştuğunu
sanırım.Ancak benim açımdan bu merakı derinleştiren daha başka bir çok
faktör sözkonusu idi.
Tam da o
günlerde yeni tanıştığım internet üzerinde surf yaparken bir gün ansızın
İngiltere’den yayınlanan bir web sitesinde Abdullah Dağıstani ile
yüzyüze geldim. Web sayfasındaki nurani resminden ruhumun derinliklerine
baktığını hissettiğim bu Allah Adamı’nın hayat hikayesini İngilizce
metinden su içer gibi okudum. Okudukça hayret ve hayranlığım arttı.
Metinde anlatılan bir “mağara halveti” vardı ki hayretimi doruğa
çıkardı. Çünkü belki iki yıl önce Yalova yakınındaki Güneyköy’ün
girişindeki bir yamaca gizlenmiş, içine inildiğinde insana ürperti veren
genişçe bir kuyu görünümündeki bu mağarayı -o mağarada yaşanan manevi
maceralardan habersiz olarak- sathi bir ilgi ile ziyaret etmiştik.
Muhyiddin Şekûr’un menkıbesi ardından Abdullah Dağıstani’nin hayat
hikayesine ilişkin Türkiye’de hiç bilinmeyen heyecan verici ayrıntılara
ulaştıktan sonra bu bilgilerin bende mahfuz kalmasına gönlüm razı
olmadı.En azından “Su Üzerine Yazı Yazmak” kitabını okuyanların da bu
ayrıntılardan haberdar olmağa hakları vardır düşüncesiyle internetten
aldığım metnin bazı yerlerini (***) çok kısaltarak özetlemek istiyorum.
***
Abdullah
Dağıstani, Hicri 1309, Miladi 1891’de Dağıstan’da gelenekten hekim olan
bir aileye doğdu. Babası bir hekim , ağabeyi de Rus ordusunda general
rütbeli bir cerrahtı. Manevi yolda bir Nakşbendiyye mürşidi olan dayısı
Şerafeddin Dağıstanî (****) tarafından küçüklüğünden itibaren özel bir
özen gösterilerek eğitildi ve ruhi yönden yetiştirildi..
Şerafeddin Dağıstanî, kız kardeşinin Abdullah’a hamileliği sırasında ona
şöyle dedi: “Şimdi karnında taşıdığın yavrunun kalb gözü açıktır. O,
aynı anda hem Allah’la hem de halkla olabilme yeteneğini mükemmel olarak
sergileyecektir . Doğum yaptığın zaman ona “Abdullah” adını verin. Çünkü
o, kulluk sırrını taşıyabilen biri olacak. Tarikatı Arab ülkelerine
yeniden yayacak, halefleri ise yolun sırrını Batı ülkelerine ve
Uzakdoğu‘ya yayacak. O’na özel dikkat göstermelisiniz. Yedi yaşına
geldiği zaman, ruhi yönden yetiştirmem ve manevi korumam altında
yaşaması için O’nu bana vermelisiniz.”
Rebi-ul
Evvel ayının 12. Perşembe gecesi, annesi Emine oğlunu doğurdu. Adını
dayısının işaret ettiği üzere Abdullah koydular. Yedi yaşından itibaren
dayısı Şerafeddin Dağıstanî’nin yanında kalıyordu. Çocuk yaşlarında iken
Kur’an-ı Hakim’i ezberden okuyordu. Şeriat sınırlarını muhafaza etmekte
son derece titizdi. Daha gençliğinde Fatiha suresini okuyarak hastaları
tedavide ün kazanmıştı. Bir çok hastalıklar sebebiyle, çok insanlar ona
getirilirdi. Böyle tedavi, sonsuz yeteneklerinden biriydi.
Doğduğu
günlerde ( 19. yüzyıl sonları ) Dağıstan, Rusya’nın şiddetli baskıları
ve Rus işgal ordularının korkunç zulümleri altındaydı. Köyün manevi
lideri olan dayısı ve ünlü bir hekim olan babası, Dağıstan’dan,
Türkiye’ye hicret etmeği düşünmeğe başlamışlardı. Bu hicretin manevi
açıdan o zaman uygun olup olmadığı konusunda Abdullah’ın fikrini de
sormuşlardı. Abdullah Dağıstani, bu vakayı daha sonra şöyle dile
getirmiştir: “ O gece ben yatsı namazını kıldım, sonra abdestimi
tazeleyip iki rekat namaz daha kıldım. Sonra, şeyhim olan dayım
vasıtasıyla Peygamber Aleyhisselâm’a rabıta ederek tefekküre daldım.
Peygamber(a.s.)’in bana doğru geldiğini gördüm. Peygamber Aleyhisselâm
bana şöyle dedi: “Ey oğlum! Dayına ve köydeki koruculara söyle: Vakit
kaybetmeden hemen Türkiye’ye göç etsinler.” Sonra ben, Peygamber
(a.s.)’ı, beni kucaklarken ve O’nun kucağında kendimi kaybettiğimi idrâk
ettim. Kendimi Kudüs’te Beyt-ül Makdis’in kubbesinden yukarı yükselirken
gördüm. Bu yükselişte, Peygamber Aleyhisselâm, Miraç’a çıktığı zaman
gördüğü gerçekleri kalbime aktardı. Bütün bu çeşitli bilgiler, ışıklı
sözler olarak kalbime geldi ki, bunlar yeşil renk olarak başlıyor ve
mora dönüşüyordu ; kalbime dökülen anlamlar ölçülemez miktardaydı.
(...)”
Sonra
dayımın omuzlarımdan beni sarstığını hissettim. Şöyle diyordu: “Ey
oğlum, sabah namazını kılma vaktidir.”Dayımın arkasında ben ve üçyüzden
fazla köylü sabah namazını cemaatle birlikte kıldık. Namazdan sonra
dayım ayağa kalktı ve şöyle dedi: “Yeğenime göç hususunda istihare
yapmasını söyledim” Herkes merakla neler görüp işittiğimi söylememi
bekliyordu. Dayım hemen şöyle devam etti: “Peygamber (a.s.), hepimizin
Türkiye’ye gitmesine izin verdi.”
“Köyde
bulunan herkes göç hazırlığına başladı. Dağıstan’dan Türkiye’ye doğru
yolculuğa başladık. Bu öyle bir yolculuktu ki, hem en ufak bir kışkırtma
olmadan adam öldüren Rus askerleri, hem de yol eşkıyaları tarafından
önümüze çıkarılan bir çok tehlikelerle karşılaştık. Türkiye sınırına
yakın bir orman içinde seyahat ederken, ormanın sınırdaki Rus askerleri
tarafından kuşatıldığını biliyorduk. Fecr vaktiydi, dayım şöyle dedi:
“Sabah namazımızı kılacağız ve namazdan sonra ormanı geçeceğiz.” Sabah
namazını kıldık ve tekrar hareket ettik. Sonra Şeyh Şerafeddin Dağıstani,
hepimize : “Durun!” dedi. Bir bardak su istedi. Birisi ona bir bardak su
verdi. Yasin Suresi’nden 9.ayeti okudu: “Biz de onların önünde ve
arkalarında birer engel oluşturduk ve görünmeyecek şekilde üzerlerini
örttük.” Sonra dayım 12.surenin 64.ayetini de okudu: “Allah en
iyi koruyandır, O merhametlilerin en merhametlisidir.” O, bu ayetleri
okurken, herkes kalbini dolduran bir güven hissetti ve bütün göçmenlerin
titrediğini gördüm. Allah o anda kalb gözümü açarak bana bir görüş nasib
etti ve böylece Rus askerlerinin her taraftan bizi sardığını ve kuş
uçurtmayacak şekilde , hareket eden her şeye ateş etmekte olduklarını
gördüm. Daha sonra da aralarından geçip gittiğimizi ve kurtulduğumuzu
idrâk ettim. Ormanı geçiyorduk ve Ruslar bizim ve hayvanlarımızın ayak
seslerini bile duymadılar. Sınırın Türkiye tarafına geçinceye kadar,
bizi hiçbir şekilde farketmediler. Güven içinde sınırı geçtik.”
Şeyh
Şerafeddin okumasını bitirince, vizyon kayboldu. Daha önce getirilen
suyu üzerimize serpti ve şöyle dedi: “- Şimdi harekete geçin, fakat hiç
arkanıza bakmayın !...” Biz hareket ederken, her tarafta Rus askerlerini
görebiliyorduk. Buna karşılık sanki biz görünmez olmuştuk. Ormanın
içinden 20 mil kadar gittik. Bu gidiş sabahtan yatsı namazına kadar
sürdü. Namaz kılma molası dışında hiçbir yerde durmadık ve biz hiç kimse
tarafından görülmüyorduk. Rus ordusunun insanlara, kuşlara, hayvanlara
ve hareket eden her şeye kurşun attıklarını işitiyorduk. Fakat biz, hiç
kimse tarafından görülmeden ve vurulmadan geçip gittik. Ormandan çıkarak
Türkiye’ye girdik.
Önce
Şeyh Şerafeddin’in bir sene önce temin ettiği evin bulunduğu yer olan
Bursa’ya geldik. Daha sonra da Dağıstan göçmenleri için Osmanlı
Sultanı’nın tahsis ettiği Reşadiye’ye - bugünkü adıyla Güneyköy -
taşındık. Reşadiye köyü, Marmara sahilinde, Yalova’ya 30 mil, Bursa’ya
50 mil, uzakta kurulmuştu. Şeyh , önce bir cami, sonra da evini inşa
etti. Herkes evlerini kurmak için bizzat çalıştı. Annem ve babam da
dayım Şeyh Şerafeddin’in evinin bitişiğine evimizi inşa ettiler.
Ben onüç
yaşıma bastığım zaman, (miladi 1904) babam ölmüş, annem yalnız kalmış ve
ben, annemi ve ailemizi geçindirmek için çalışmak zorunda kalmıştım. On
beş yaşıma bastığımda dayım Şeyh Şerafeddin, bana “ Oğlum, şimdi sen
yetiştin, ergenleştin; artık evlenmen gerek.” dedi. On beş gibi genç bir
yaşda evlendim ; eşim ve annemle birlikte yaşıyorduk.”
İLK UZUN
HALVETİ NDEKİ EĞİTİMİ:
Şeyh
Şerafeddin Dağıstani, yeğeni Abdullah’ı yoğun bir ruh disiplini içinde
yetiştirdi ve eğitdi ; yoğun zikirler talim ettirdi. Evlendirdikten altı
ay sonra O’na uzun bir halveti emretti. Şeyh Abdullah bu halvetini şöyle
anlatır: “ Ben daha altı aylık yeni evliyken şeyhim bana halvete
çekilmemi emretti. Annem bu durumdan çok huzursuz olmuştu ve , şikayet
etmek için kardeşi olan Şeyhime gitti. Eşim de bu emirden hoşnudsuz
olmuştu fakat benim kalbim asla şikayet etmiyordu. Aksine, halvete
girmeyi arzu ettiğim için kalbim tamamen hoşnuddu. İnzivaya çekildim.
Annem ağlıyor ve şöyle söylüyordu: “Senden başka kimsem yok. Kardeşin
hala Rusya’da, baban da bu dünyadan göçüp gitti.” “Anneme acıdım, fakat
bu halvet, Şeyh’imin emriydi ve direkt olarak Peygamber Aleyhisselâm’ın
işareti ile emredilmişti. Köyümüzün karşı yamaçlarındaki bir mağarada
bulunan halvet yerimde her gün altı kez soğuk su ile abdest almam
gerekiyordu. Bütün günlük ibadetlerime ilaveten virdimi yerine getirmem
emriyle halvete girdim. Bu rutin ibadetlere ilaveten, Kur’an-ı Hakim’den
her gün yedi ila onbeş cüz okumam, belirli bir sayıda Allah ism-i
celalini zikretmem ve Peygamber Aleyhisselam’a salâvat getirmem
gerekiyordu.
Keza
diğer bir çok manevi uygulamalar da vardı. Bunların hepsi de, bir
noktada yoğunlaşarak vecd haline geçmem için yapılacaktı. Ben yamaçları
karla kaplı, yüksek bir dağın üstündeki ağaçların ortasında gizlenmiş
bulunan bir mağaradaydım. Bana gündelik ihtiyaçlarımın teminiyle
görevlendirilen bir kişi , günde yedi zeytin tanesi , iki ons ( takriben
60 gram ) ekmek getiriyordu. On beş buçuk yaşımda ilk halvetime
çekilmiştim ve halvete başlarken oldukça şişman bir insandım.
Halvetlerim tamamlanıp çıktığım zaman 100 pound ( takriben 46 kilogram)
ağırlığa düşecek kadar zayıflamıştım. O mağaradaki halvetlerim boyunca
bana açılan manevi deneyim sonuçları ve görüntüleri , sözle anlatılmaz
bir nitelikteydi.”
Şeyh
Abdullah’ın bu özel planlanmış halvet hayatı aralıklarla yirmiiki yaşına
kadar sürdü. Son halvetten çıktığında askere gidebilirdi. Nihayet 1.
Dünya Savaşı cephelerinde çarpışmak üzere askere gitti.
ÇANAKKALE SAVAŞI’NDA YARALANMASI:
Abdullah
Dağıstani şunları söyledi: “Halvetten çıktıktan sonra annemi sadece bir
veya iki hafta gördüm. Beni asker olarak Çanakkale’de “Seferberlik”
denilen savaşa götürdüler. Düşmanlar tarafından yoğun bir taarruz
başlatılmıştı, takriben yüz kadarımız bir siperi savunmak için ateş
hattında kalmıştık. Ben, uzak bir mesafeden, bir ipliği bile vurabilecek
kadar mükemmel bir nişancıydım. Sayıca bulunduğumuz mevkii savunmaya
muktedir değildik ve şiddetli saldırı altındaydık. Bir merminin kalbime
saplandığını hissettim ve ölümcül bir şekilde yaralanarak yere düştüm.
Ölüm hali denecek bir şekilde yerde uzanırken Peygamber Aleyhisselâm’ın
bana doğru geldiğini gördüm. Bana ruhumun vücudumdan nasıl ayrıldığını
gösteren bir hal yaşadım. Ruhumun parmaklarımdan başlayarak tek tek her
hücremden nasıl çıktığını gördüm. Hayat geri çekilirken vücudumda ne
kadar hücre olduğunu, her hücrenin fonksiyonunu, her hücredeki her
hastalığın nasıl iyileşeceğini görebildim. Her hücrenin nasıl
zikrettiğini işittim.
Ruhum
bedenimden uzaklaşırken, bir insanın ölürken neler hissedeceğini bizzat
görerek öğrendim. Ölümün çeşitli durumları gözümün önüne getirildi. Bu
ölüm ahvalini seyirden hoşlanıyordum. Bu haller benim, şu Kur’an-ı Hakim
ayetinin sırrını anlamamı sağladı : “Kendilerine bir musibet
geldiğinde “biz Allah’a aidiz ve elbette ona döneceğiz” derler.”
(2:156)
Ruhum
bedenimden ayrılırken, son nefesimi verinceye kadar o görünümün devam
ettiğini gördüm. Bununla beraber o deneyimi yaşarken ruh olarak
canlıydım ve bu tecrübe beni , ölüm halinin sırrını anlamağa muktedir
kıldı.
Manevi
hallere ait görünümler kaybolduğu zaman savaş alanında ölü gibi halimi
ve yaralı olanlara bakan doktorları farkettim. Sonra onlardan biri beni
işaret ederek şöyle dedi: “Şu yaşıyor, şu yaşıyor! “ Konuşacak veya
hareket edecek gücüm yoktu ve vücudumun yedi gündür orada bulunduğunu
idrâk ettim.
Beni
askeri hastaneye götürdüler, sağlığım yerine gelinceye ve tam olarak
iyileşinceye kadar tedavi ettiler. Sonra beni terhis ederek tekrar
köyümüze gönderdiler.
MÜRŞİDİ
ŞEYH ŞERAFEDDİN 'İN VASİYETİ VE TÜRKİYE’DEN AYRILIŞI :
1936
yılında Şeyh Şerafeddin Dağıstani , öleceği zamanı önceden belirterek
hayatının son günlerinde vasiyetini yeğeni Abdullah’a bildirdi.
Vasiyetinde şu tavsiyelerde bulundu: “ Ben öldükten sonra, senin
Türkiye’den ayrılman için bir vesile çıkacak. Bu vesileyle
harşılaştığında tereddüt etme; çünkü senin görevin, bundan sonra Türkiye
dışındadır.” Şerafeddin Dağıstani öldükten sonra Türkiye’ye şeyhin bir
çok müridinin olduğu Mısır’dan Kral Faruk’un başsağlığı dileklerini
iletmek için bir heyet geldi. Heyetle beraber gelen veliahdlerden biri
Abdullah Dağıstani’nin kızlarından birisine ilgi duydu ve O’nunla
evlenmek ve ailesiyle beraber ülkesine götürmek istedi. Şeyh Abdullah
Dağıstani bunun Türkiye’den ayrılması için ortaya çıkan vesile olduğunu
hissetti. Zira Şeyh Şerafeddin Dağıstani bunu önceden ima etmişti.
Abdullah Dağıstani bu olayı şöyle anlatmıştı:
“Mısır’a
gittik ve bir süre kızımla birlikte kaldık. Sonra şeyhimin nasihatini
tutarak işaret ettiği Şam’a doğru yöneldim. Karım ve kızımla birlikte
İskenderiye’den gemiye binip Lazkıye’ye , oradan da Haleb’e gittik.
Haleb’e indiğimiz zaman cebimde sadece 10 sent değerinde, 10 kuruş vardı
ve hiçbir maddi varlığım yoktu. Karım ve kızımla birlikte akşam namazını
kılmak için gittiğimiz camide bir adam bana yaklaştı ve “Ey şeyh, lütfen
benim misafirim olun.” dedi. Bizi götürüp evinde misafir etti. Ben,
bunun şeyhin kerametlerinden biri olduğunu düşündüm ve orada Allah bize
bir kapı açtı.
Abdullah
Dağıstani bir süre Haleb’de kaldı. Oradan Humus’a taşındı. Humus’da
Peygamberin bir sahabesi olan Halid bin Velid’in türbe ve camisini
ziyaret etti. Kısa bir süre Humus’da kaldıktan sonra Şam’a geçti.
Peygamber soyundan bir veli olan Sadeddin Cibavi’nin türbesi yanındaki
Madan denilen bir muhitte oturdu. Orada Nakşbendiyye tarikatının bir
dalının ilk zaviyesini kurulmuştu ve daha sonra oradan Dağıstan’a kadar
uzanmıştı. Nakşbendiyye tarikatının altın silsilesi Şam’dan,
Kafkasya’ya, Hindistan’a, Bağdat’a, Buhara’ya kadar yayılmış, şimdi ise
Şeyh Abdullah Dağıstani vasıtasıyla Dağıstan-Yalova üzerinden tekrar
Şam’a dönmüştü.
Kısa bir
süre sonra, Abdullah Dağıstani’nin Şam’da oluşturduğu zaviyeye gelenler
kalabalıklaşmağa başladı. Bir süre sonra Şam’ın kenarında bulunan ve en
yüksek noktası olan Kasiyun Dağı’na taşınması için manevi bir emir aldı.
Orada inşa edilen evinden tüm şehri görebiliyordu. Bu ev ve
bitişiğindeki mescid bugün hâlâ ayakta durmaktadır. Bu mescid ölümünden
sonra O’nun türbesi olmuştur. Mescidin temellerini inşa ederlerken
yakaza halinde bir görüntü gördü. Bu vizyonda Şah-ı Nakşbend Bahaüddin
Buhari ve İmam-ı Rabbani Ahmed Faruk Sirhindi , Peygamber
Aleyhisselâm’la birlikte mescidin şeklini belirleyerek temel taşlarını
dikti ve duvarlarının yerini işaretlediler. Vizyon kaybolduğunda,
zatların belirlediği işaretler yerli yerinde duruyordu.
Abdullah Dağıstani
(K.S.) Şam'da müridan ile...
Abdullah
Dağıstani , halvet yapması için, bir çok kez, Peygamber
Efendimiz(s.a.v.)’den emir aldı. Hayatı boyunca yirminin üzerinde
halvete girdi. Bu halvetlerinden bazıları Şam’da, bazıları Ürdün’de,
bazıları da Bağdat’ta, Şeyh Abd’ul-Kadir Geylani’nin türbesinde ,
çoğunlukla da Medine-i Münevvere’de yapıldı.
BEKA
ALEMİNE GÖÇÜŞÜ :
Abdullah
Dağıstani’nin yaşadığı sürece manevi halini yaşatan pek çok olağanüstü
olay gözlemlendi. O’nun hayatı bütünüyle insanlara yararlı faaliyetlerle
doludur. Daima güler yüzlü ve asla insanlara kızmayan bir huya sahipti.
Evinde herkese açık sofrasından misafir hiç eksik olmazdı. Geceleri
uyuduğu nadiren görüldü. Gün boyunca sürekli ziyaretçi kabulü ile meşgul
olur, geceleri de özel odasına çekilip teheccüd namazı kılar, Kur’an-ı
Kerim okur ; özel zikrini yapar ve “Delail’ül-Hayrat” kitabından
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e salavat-ı şerife okurdu. Gece yarısından
şafak sökünceye kadar ibadeti devam ederdi. Elinden geldiği kadar
yoksullara yardım eder ve bir çok evsizleri mescidinde barındırırdı.
İnsanlara bıkmadan hizmet ederdi.
1973
yılına gelindiğinde şöyle söyledi: “Peygamber (s.a.v.) beni çağırıyor.
Gidip O’na kavuşmalıyım. Ancak bana “Gözlerinden ameliyat oluncaya kadar
bana gelme”. dedi. Bu sözleriyle sol gözündeki ileri derecedeki myopi
kusurunu kastediyordu.Göz ameliyatı gerçekleştikten sonra, yemek yemeyi
tamamen kesti. Birşeyler yemesi için yalvaranlara : “Ben nihai
halvetimdeyim, zira Peygamber (s.a.v.) beni çağırıyor” diye ricaları
reddetti. Sadece suya batırarak kuru ekmek yiyordu. Bir müridi son
günlerini şöyle anlatmıştır: “Bir gün Abdullah Dağıstani “Artık gidip
Peygamberim(s.a.v.)’e kavuşmak istiyorum. Allah ve Rasûl’ü beni
çağırıyor.” dedi. Sonra vasiyetnamesini yazdı ve şöyle dedi: “Önümüzdeki
Pazar günü dünyadan göçüp gideceğim.” Bu tarih 30 Eylül 1973, Ramazanın
4. günüydü. Hicri 1393 yılıydı.
Ölümüne
tanık olan bir müridi o günü şöyle anlatıyor: “Dünyadan göçeceğini
söylediği Pazar günü saat 10.00 da bizimle beraber odasında oturuyordu.
Bana, “Nabzımı say” dedi. Nabzını saydım. Kalbi çok çarpıyor, nabzı
dakikada yüzellinin üzerinde atıyordu. Sonra, “Ey oğlum, bu anlar
hayatımın son saniyeleridir. Bu sırada yanımda ailemden başka kimsenin
bulunmasını istemiyorum. Herkes buradan çıkıp, toplantı salonuna gitsin”
dedi. Zaten odanın içinde on kişi idik. O anda iki doktor geldi, biri
benim kardeşim, diğeri de onun bir arkadaşıydı. Hep birlikte dışarı
çıktık. Beklemeğe başladık.
Az sonra
kızının içeride “Babam öldü! , Babam öldü! ” diye ağladığını işittik.
Hepimiz odaya koşarak girdik ve büyük şeyhin hareket etmediğini gördük.
Doktor kardeşim hızla nabzını tuttu ve kan basıncını kontrol etti, fakat
hiçbir şey hissedilmiyordu. Nabız durmuş, tansiyon ise alınmıyordu.
Kardeşim çarpılmış bir halde acil ilaçlarla bir enjektör almak için
arabasına koştu. Tekrar aynı hızla odaya döndü, kalbi çalıştırmak için
getirdiği ilacı şeyhin kalbine bir şırınga yaparak vermek isterken diğer
doktor, “Ne yapıyorsun? Şeyh en az yedi dakika önce ölmüş bulunuyor.
Aptallığı bırak ! ” dedi. Fakat kardeşim kimseyi dinleyecek halde
değildi. Elindeki enjeksiyon iğnesiyle ısrar ederek ilerliyordu. Bu
sırada Şeyh gözlerini açtı ve Türkçe “Bırak” dedi. Bunun anlamı “Dur”
demekti.
Herkes
şok oldu. Daha önce ölmüş bir kişinin konuştuğu hiç işitilmemişti. Bu
olayı bütün hayatım boyunca hiç unutmayacağım.”
“Ölüm
haberi, bir kasırga gibi, Şam, Haleb, Ürdün ve Beyrut’u dolaştı. O’nu
son bir kez daha görmek için insanlar her taraftan akın akın geliyordu.
O’nu yıkadık, mübarek vücudundan sadece çok güzel bir koku çıkıyordu.
Cenaze namazını kılmak ve aynı gün defnetmek için O’nu hazırladık.
Cenaze merasimine Şam’ın bütün alimleri iştirak etti. Cenaze namazına
yüzbinlerce kişi katıldı. Cenazeye gelen insanların konvoyu evinden
cenaze namazının kılındığı Muhyiddin ibn Arabî Camii’ne kadar
uzanmıştı.”
“Cenaze
namazından sonra evine döndüğümüz zaman, tabutun, hiç kimsenin gayreti
olmadan cemaatin başları üzerinde adeta uçarak, gömüleceği kendi
mescidine gittiğini gördük. Bizim Muhyiddin ibn Arabi Camii’nden
yürüyerek Şeyh’in mescidine gidişimiz üç saat sürdü. Normal yürüyüşle bu
mesafe yirmi dakika sürmektedir, fakat sokaktaki kalabalıktan dolayı üç
saat sürmüştü.”
“Ramazan
ayı idi, herkes oruç tutuyordu. Uzaktaki bazı sevdiği kişilerin
ulaşabilmesi için defin işlemi kısa süre ertelendi. Yakın müridleri,
ahaliye eğer istiyorlarsa gidebileceklerini söyledi. Bir müddet sonra,
insanların çoğu ayrılmıştı. Mescidinde sadece Şeyh’in çok samimi
müntesibleri kalmıştı. Akşam namazı vaktinden az önce kendi dergahının
mescidinde toprağa verildi.
Rahmetullahi aleyh.."
Abdullah Dağıstani [K.s.] nin Şam'da Qasiyyun
Dağı yamaçlarındaki türbesinden ...
...............
“Su
Üzerine Yazı Yazmak” kitabını okuduktan sonra bu yazıyı okuyan okurlara
eseri –en azından giriş ve Türkiye seyahatini içeren bölümleri- tekrar
okumalarını tavsiye ediyorum. Sanıyorum benim kadar heyecanlanacaklar ve
ölümünden yıllar sonra da manevi tasarrufunun devam ettiğine şahid
oldukları Abdullah Dağıstani (k.s.)’nun ruhu için üç İhlas ile bir
Fatiha göndereceklerdir.
Dünya
çok küçük be kardeşim, Vesselam...
Hayru'l-Halefi: Hz. Şeyh M. Nazım
el-HAQQANÎ
* Bu yazı Dr.
Hayati BİCE imzası ile Gündüz gazetesinde
yayınlanmıştır...
(*)Yeni
Şafak, 31.12.1998
(**)Su
Üzerine Yazı Yazmak,s.208-209. Muhyiddin Şekûr , İnsan Yayınları.
(***)
Web adresi: http://www.naqshbandi.org
(****)
Şeyh Şerafeddin Dağıstanî: Dağıstan, 1875 – Yalova ( Güneyköy ), 1936.
Türbesi
halen Yalova- Güneyköy’de ziyaretgâhtır.
***
Hz.
Şeyh Abdullah Dağıstanî'nin Tasavvufî Silsilesi
KAYNAK:
İşaret Taşları,
Dr. Hayati BİCE,
İnsan Yayınları, İstanbul-2006 |