Deneme
Mustafa Şerif Onaran ne konuştu?
18.12.2012 9:22    516 kez okundu.
Yazmasam deli falan olmam. Yazma süreci hep sıkıntılıdır. Ama, eli yüzü düzgün bir yazı çıkınca mutlu oluyorsunuz. Bu çalışma ivme kazanarak sürüyor.
Mustafa Şerif, sizinle “çok yazmak, çok görünmek” odağında bir söyleşi çok daha uygun olur diye düşündüm. Ne dersiniz?
 
Yazarlığı meslek edinmek, o işten geçimini sağlamak anlamına gelir. O zaman yoğun bir çalışma içinde olmalısınız. Bunun üstesinden gelen pek az yazar var. Bana gelince, uzun yıllar cerrahinin sıkıdüzeni içinde çalıştım. Artık o çalışmayı genç arkadaşlarım sürdürüyor. Ama ben cerrahi çalışmalarımda bile edebiyatın içindeydim. Bu iki sıkıdüzeni bir arada yürütmeye özen gösterirdim. Şimdi bütün zamanımı edebiyat alıyor. Yazarak, söyleşerek edebiyatın tadını çıkarmaya çalışıyorum.    
 
Yazılarınızla, 70’li yılların başlarında ilk izlediğim dergi olan, Türk Dili Dergisi’nde tanışmıştım; yine değinilerdi. O zamandan bu yana da hep bir edebiyat tadı alarak ilgiyle okudum yazılarınızı. Sanki değini, değinme yazıları sizinle başladı. Neden ‘değiniler’, ‘değinmeler’?
 
Edebiyat ayrıntıları görme işidir. Bütüne baktığınız zaman ayrıntılardaki incelikleri göremezsiniz. Şöyle bir değini bile insana çok şey öğretebilir. Uzun bir incelemenin içi boş  olabilir. Sonuç olarak bu bir biçem işidir.
 
Türk Dil Kurumu’nda uzun süre Yayın Kolu Başkanlığı yaptınız. Daha öncesini bilmiyorum, ama 70’li yıllarda gerek Türk Dil Kurumu’nun Türk Dili Dergisi’nde, gerekse başka dergilerde yer alan yazı ve şiirlerde, Türkçe kaynaklı sözcükleri kullanma yarışı, bir coşku, bir heyecan vardı. Ancak 80’li yıllardan bu yana bu coşku giderek azalmaya başladı. Şimdilerde bu görevi sadece İstanbul’da Ahmet Miskioğlu’nun çıkardığı Türk Dili Dergisi ile Ankara’da Dil Derneği’nin çıkardığı Çağdaş Türk Dili dergisinde yazan şair ve yazarlar üstlenmiş gibi gözüküyor. Türkçe kaynaklı sözcük kullanmaya özellikle özen gösteren şair-yazar sayısı oldukça azaldı. O kadar ki 80 sonrası birçok şair ve yazar, bilinçli olarak yabancı kaynaklı sözcükleri kullanmaya ve üstelik bunu da ustalık saymaya başladı. Bu durumu nasıl yorumlarsınız?
 
Edebiyat dili işleme becerisidir. Her zaman Türkçenin gücüne inandım. Olabildiğince Türkçe yazmaya, yeni bir dili biçem özelliği haline getirmeye özen göstermek gerektiğine inanıyorum. Yabancı sözcükleri kullanmayı alışkanlık haline getiren kimi yazarlar kendilerini önemsetmek istiyor. Önemli olan yarına kalması gereken yazıdır. O yazı kaldıkça yazar önemlidir.
 
Cumhuriyet Gazetesi’nin haftalık KİTAP Eki’nde her perşembe, Varlık’ta, Hece’de, Gösteri’de ise her sayı aksatmadan yazıyorsunuz. Cumhuriyet KİTAP Eki’nde her hafta, Varlık ve Hece’de her ay, Gösteri’de üç ayda bir. Bu düzenli zamanlamayı önceden mi tasarladınız?
 
“Hece”ye her ay “Gelenekten Güncele Şiir Notları” yazıyorum. “Gösteri”ye yazdıklarım da şiir üzerinedir. “Varlık”a yazarken de okuduklarımdan, yaşadıklarımdan yola çıkıyorum. Cumhuriyet KİTAP Eki’ne yazdıklarım da yalnız kitap tanıtma yazıları değildir. Değinme de olsa, kendimden yola çıkarak denemeler yazmaya özeniyorum. Yavaşça yaşlanıyorum. Tanıdıklarımın, yaşadıklarımın da yazılarımda yeri var. Zamanla yarışmıyorum ama zamana yetişmeye çalışıyorum.
 
Yazılarınızda sayılamayacak kadar çok şair ve yazardan, onların kitaplarından, yazın dergilerinden söz ettiniz. Dergileri 1974 yılından beri (arada aksattığım zamanlar olsa da) olabildiğince izlemeye çalıştım. Benim gözümden kaçtıysa bağışlayın ama dergilerde bugüne değin hiçbir şairin, yazarın sizinle ilgili geniş çerçeveli bir yazısını görmedim; sizinle yapılan bir söyleşiye de rastlamadım. Oysa daha şiirle, öyküyle yeni tanışmış, henüz birkaç dergide şiiri, öyküsü, yazısı görünmüş genç şairlerle, yazarlarla bile dergilerde çarşaf çarşaf söyleşi yapıldığını, yazılar yazıldığını görüyoruz. Acaba yazılarınızı kitaplaştırmadığınız için mi, yoksa “Edebiyat dünyasında Mustafa Şerif Onaran’ı tanımayan mı var?” diye düşünüldüğünden mi?
 
Sürekli yazdığıma, başkalarını da, kendimi de anlattığıma göre benimle ayrıca söyleşi yapılmasının ne anlamı var? Gene de sizinle yaptığım bu söyleşide yazılarımın kitaplaşmasıyla ilgili bilgiler vermek isterim.
 
Çalışkan bir yazarım ama yazdıklarımı kitap haline getirmekte tembelim. Rahmetli Ahmet Tevfik Küflü arkadaşımdı. Onun dayatması olmasaydı şiirlerim bile Bilgi Yayınla rı’ndan çıkmayabilirdi.
 
“Kırmızı Yayınları”nı kuran Fahri Özdemir yazılarımı yayınlamak istiyor. Şiirlerimin derlenmesinde yardımcı olan arkadaşlarım vardı. Bakalım yazılarımı nasıl toparlayacağım.
 
Kitap eki ve dergilerdeki yazılarınızın dışında, şiir izlencelerinin de hep baş aktörüsünüz. Edebiyatçılar Derneği başkanlığı yaptınız. Son yıllarda Milli Kütüphane’de Rüştü Asyalı ile sürdürdüğünüz şiir izlencesi, TRT-2’de Talat Sait Halman ve Hilmi Yavuz’la birlikte Önce Şiir Vardı, değişik sanat kültür evlerinde şair ve yazarlarla ilgili söyleşiler, il dışındaki etkinlikler, kitap fuarlarındaki etkinlikler, yaratıcı yazarlık atölye kursları, şimdilerde Şiir Günleri, bizim bilemediğimiz başka etkinlikler… Daha önceleri de var elbette. Bu kadar izlenceye nasıl yetişiyorsunuz?
 
Radyolarda, televizyonlarda yaptığım söyleşiler çok eskilere dayanır. Sanırım 70’li yıllarda Kerim Aydın Erdem Ankara Radyosu Program Müdürü iken, benden edebiyatla yaşamayı kapsayan söyleşiler istemişti. Demek bu serüven 40 yılı buluyor. Ayrıca TV’nin siyah-beyaz olduğu dönemlerden TV izlenceleri, yazarlığımla birlikte devam etti. Söz sözü, yazı yazıyı açar. Kimi zaman yazar kendini yineler gibi görünür. Oysa belli bir konunun ayrıntılarında değişik incelikler vardır.
 
“Edebiyatçılar Derneği”nde sorumluluk aldığım dönemde arkadaşlarımla uyum içinde çalıştım. Derneğimizin en üretken olduğu dönemlerdi. Video çekimleri, kitaplarla etkinliklerimiz belgelenmişti. Dernekçilik takım çalışmasını gerektirir. Biz: Ali Cengizkan, Şükrü Erbaş, Hüseyin Atabaş, Hayati Baki, Mahzun Doğan, Zerrin Taşpınar gibi arkadaşlarla uyumlu, özverili bir takım oluşturduk.
 
Rüştü Asyalı ile birlikte yaptığımız şiirli söyleşiler 7 yıl önce Milli Kütüphane’de başladı. 2010’dan bu yana Cermodern Sanatlar Merkezi’nde sürüyor. Rüştü Asyalı ile ortak çalışmalarımız daha eskilere dayanır. TRT’de Dış Yayınlar’da şiirli radyo söyleşilerimiz vardı. “Ben Bir İnsan” adında Nâzım Hikmet’in yaşamöyküsünden yola çıkarak ortaklaşa yazdığımız bir tiyatro oyunu vardı. Rüştü Asyalı yalnızca şiir okuyan bir tiyatro sanatçısı değildir. Okuyan, geniş kültürü olan, aydın bir insandır. Ondan çok şey öğrendim.
 
Bir zamanlar Ceylan Holding’in “ctv” diye bir televizyonu ile radyosu vardı. Radyoda Cahit İleri, “ctv”de Bahar Daldal Yurttaş yakın arkadaşlarımdı. Oradaki edebiyat söyleşilerim iyi bir iz bırakmıştı.
 
Ben hep katılımcı izlenceleri yapmayı sevdim. “Sözün Büyüsü” izlencesinde Talat Sait Halman ile Erendiz Atasü vardı. “Önce Şiir Vardı”da Hilmi Yavuz’la birlikteydik.
 
İnsanın belli bir birikimi olunca ek çalışmalarla bu işler kolay yürütülüyor. Hele söyleşi alışkanlığı varsa sorun olmuyor.
 
Bilirsiniz, Sait Faik’in o çok bilinen Haritada Bir Nokta adlı öyküsü şöyle biter. “Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada, namuslu insanların arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem, kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkarttım. Kalemi yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım...”  Doğrusu merak ediyorum, çok yazan bir yazar olarak, buradaki  “Yazmasam… “ tümcesinin gerisini siz nasıl tamamlardınız?
 
Yazmasam deli falan olmam. Yazma süreci hep sıkıntılıdır. Ama, eli yüzü düzgün bir yazı çıkınca mutlu oluyorsunuz. Bu çalışma ivme kazanarak sürüyor.
 
Geçen yıl TRT-2’deki Talat Sait Halman ve Hilmi Yavuz’la birlikte sürdürdüğünüz Önce Şiir Vardı izlencesinden oldukça yakındığımızı yeri gelmişken burada söyleyelim. Toz kondurmadığınız şairler de oluyordu, ama çoğu kez de gündeminize aldığınız şairleri yerden yere vurup, şiirinin ele alınacak tarafını bırakmıyordunuz. Gerçi siz daha ılımlı eleştiriler getiriyordunuz ama Talat S. Halman’la, Hilmi Yavuz oldukça sert eleştiriler getiriyor, gündeme alınan birçok şairi neredeyse yok sayıyorlardı. Attilâ İlhan şiirinin tutkunu değilim, ama Attila İlhan’ı gündeminize aldığınız izlencenizde, neredeyse onu şairden bile saymamıştınız. Özellikle Hilmi Yavuz, Attila İlhan’ın yüzlerce şiiri içerisinden sadece birkaç dizesinin şiir olduğunu, diğerlerinin şiir bile olmadığını söylemişti.  Elbette gündeme alınan her şair göklere çıkartılacak değildi, ama artık şair kamuoyunun onayladığı şairlerin, böylesine olumsuz şekilde eleştirilmesine, tanıdığım birçok şairin de bir anlam veremediğini gördüm. Daha yolun başındaki şairlerde, şiir severlerde yanlış kanı uyanabilir, zaten bir avuç olan iyi şiirin okuru da iyi şiirden uzaklaşıp, alıcısı giderek azalan şiir kitapları kitapçı raflarından aşağıya inmeyebilirdi. Zira bu eleştirileri yapanlar, yazınımızı, şiiri iyi bilen insanlardı, sözleri etkili olabilirdi. Neyse ki TRT-2 haber kanalı olunca, diğer sanat kültür izlenceleri gibi Önce Şiir Vardı da yayından kaldırıldı. Elbette eleştiri, ama hak etmediği halde, durup dururken yok saymak! Bu kadar söz kalabalığından sonra gelelim sorumuza: Şiirini neredeyse yok sayacağınız şairleri niçin gündeminize alıyordunuz? Buna bağlı olarak da, eğer Attila İlhan yaşamış olsaydı, onun şiirine yine aynı eleştirileri getirir, şiirini yine böylesine yok sayar mıydınız?
 
“Önce Şiir Vardı” bir tartışma izlencesidir. Bu izlencenin adını Oktay Akbal’dan ödünç alarak ben önerdim. Zaten “Gösteri”deki yazılarım da “Önce Şiir Vardı” başlığı altında çıkıyordu. Gerçek bir edebiyat insanı olan Mustafa İsen bana böyle bir izlence önerdiği zaman, önce Talat Sait Halman’la konuşmuştum. Erendiz Atasü arkadaşımız şiirden uzak durmayı seçen bir edebiyatçıydı. “Sözün Büyüsü”nde onun konuşma yeteneğindeki coşkuya, birikimine, davranışlarındaki içtenliğe hep saygı duymuşumdur. Ama şiiri iyi bilen, değişik görüşteki bir ozanla bu yeni izlenceyi sürdürmek gerekecekti. Talat Halman’la görüşüp Hilmi Yavuz üzerinde anlaştık.
 
“Önce Şiir Vardı” bir tartışma izlencesidir. Böyle bir izlencede değişik görüşlerin ortaya çıkmasını doğal karşılamak gerekir. Biz üç arkadaş kendimize göre bir ön hazırlık yapsak bile, tartışmalar doğal bir akış içinde geçiyordu. Ben biraz solda, Hilmi Yavuz sağda, Talat Sait Halman ortada durmaya çalışarak bir denge oluşturduğumuzu umuyorduk. Kimi zaman eleştirilerin dozu kaçabilir. Gene de saygı sınırını korumaya çalışıyorduk.
 
Geçmiş izlencelere baktığımız zaman ağır eleştiriden payını  alan yalnız Attila İlhan değildi. Mehmet Âkif, Ahmet Kutsi Tecer, Ümit Yaşar Oğuzcan gibi ozanlar da yer yer eleştirildi. Ben yaşadığı dönemdeki koşullara göre ozanların değerlendirilmesinden yanayım. Onların şiir diline yaptığı hizmetleri de unutmamak gerekir. Ama bu bir şiir tartışması izlencesidir. Hormonlu dediğimiz kötü şiirlerin abartılarak okunduğu şiir izlencelerinin yanında, böyle şiir tartışmalarına kendimizi alıştırmamız gerekir.
 
Şiirle ilgili şu saptama size ait:  “Benim şiirden uzaklaşmamın nedenlerinden biri İkinci Yeni şiirini kavrayamamamdı. İkinci Yeni çok boyutlu, güzel bir şiirdi, ben onun dışında kaldım ve ondan sonra da şiirden uzaklaştım.”  Yazılarınızda, izlencelerinizde, çok sevdiğiniz İkinci Yeni şiirinden sıkça söz ettiğinize göre, sonraları İkinci Yeni şiirini daha mı çok kavradınız?  O zaman yeniden şiire dönmeyi düşünmediniz mi?
 
Kuşkusuz “İkinci Yeni”, Çağdaş Türk Şiiri’ne yeni boyutlar kazandıran, derinlikli bir şiir anlayışıdır. Ben kendimi “Kırk Kuşağı”ndan sonra gelen “Ara Kuşak”tan sayarım. Anlatı şiirinden kurtulamayan bir kuşak. “İkinci Yeni”deki biçem özelliğini kavrayamayan bir kuşak. Ama Cemal Süreya’nın “Güvercin Curnatası” dediği “İkinci Yeni”ye takılanlar arasında şiiri “yama” gibi duran ozanlar da var.
 
Bana gelince, “anlatı şiirinin kolaylığından kurtulamadığım için şiirden uzaklaştım” demeye çekindiğim için cerrahinin sıkıdüzenine sığınmaya çalıştım.
 
Yayımlanmış tek kitabınız 1986 yılında çıkardığınız Unutulmuş Şiirler. Dergilerde bizim görebildiğimiz son çeyrek yüzyılda yayımladığınız tek şiiriniz ise Sincan İstasyonu’nun 2. sayısında yer alan Saklı Sevi. Oysa yayımlanan yazılarınızdan onlarca kitap çıkar, bu yazılarınız dergilerin sayfaları arasında mı kalacak?
 
Geçenlerde hazırladığım bir yazı için “Türk Dili” dergisindeki değinilerime bakmam gerekti. O yazılar gene de güncelliğini koruyor. Edip Cansever, “Mustafa Şerif, derdi, biz ‘Türk Dili’ni önce senin yazılarından okumaya başlarız” derdi de gülerdim.
 
Fahri Özdemir Ankara yıllarından arkadaşım. Yazılarımı yayınlamak istediğini söylemiştim. Gene de bir ön hazırlık gerekecek. Ama deneme yazıları da pek ilgi görmez kanısındayım.
 
Cumhuriyet Kitap ekindeki köşenizde belirttiğiniz adresinizde e-posta adresiniz olmadığına göre bilgisayarla bir akrabalığınız yok gibi. Yazılarınızı da daktiloyla yazdığınızı biliyoruz, oysa daktiloyla yazmak bir cehennem; bilgisayarla yazmak birçok konuda daktiloyla kıyaslanmayacak derecede olanaklar sağlarken neden hâlâ daktilo? Vefasızlık mı etmek istemiyorsunuz?
 
Ben daha el yazısıyla yazma alışkanlığından kurtulamadım. Sonra da daktiloyla temize çekerim. Bilgisayara alışabilsem çok zamanım artacak. Ben o artan zamanı da kullanmasını bilirim ama, artık daktilo döneminde oyalanmak daha kolayıma geliyor.
 
En son 27 Ekim 2010’da Cermodern Sanatlar Merkezi’nde sunduğunuz Melih Cevdet Anday şiirleri ile ilgili Şiir Günleri’ni izledim. Sizin, şiirleri üzerine konuştuğunuz, tiyatro sanatçısı Berin Ötenel’in de şiirlerini seslendirdiği izlencede, Melih Cevdet Anday’ın sadece Garip kuşağı içerisinde yer alan şiirlerine yer verdiniz. Oysa Melih Cevdet’in asıl şiirleri garip şiirinden uzaklaştıktan sonra yazdığı o bilgiye dayalı, derinlikli, felsefi şiirleri değil midir? Ama bu izlencede o şiirlerinden hiç söz etmediğiniz gibi, o şiirlerinden örnekler de sunulmadı. Görebildiğim kadarıyla izleyici kitlesi şairlerden değil de şiir severlerden ve şiir meraklılarından oluşuyordu; Melih Cevdet Anday’ın okuduğunuz o şiirlerini, izleyici kitlesine bağlı olarak bilinçli olarak mı seçtiniz; bunu böyle mi anlamalıyız?
 
2010’da, Eylül ayından bu yana şiir söyleşilerimiz Cermodern Sanatlar Merkezi’nde başladı. Burası iyi düzenlenmiş bir sanat ortamı. Ama bir sanat ortamı etkinlikler yapılırsa yaşar. Umarım şiirseverler Cermodern’e de alışır.
 
Melih Cevdet Anday söyleşisine gelince… Melih Cevdet gibi usta, çok yönlü ozanları tek bir söyleşiye sığdıramazsınız. Gene de söyleşimizde yalnız “Garip” dönemiyle sınırlı kalmadık. “Garip” Melih Cevdet için de bir çıkış dönemidir. “Rahatı Kaçan Ağaç” da aynı dönemin şiirlerini kapsar. Daha sonraki dönemlere de geçtik. Rüştü Asyalı ile şiirlerini seçerken okunması daha iyi iz bırakacak olanlara öncelik tanıdığımız doğrudur. Her ne kadar Asyalı rahatsızlığı nedeniyle o söyleşiye katılamadıysa da, Berin Ötenel ile de aynı uyum içindeydik. Biz o söyleşide Melih Cevdet’in “Zaman” şiirlerine bile yer verdik. Gene de böyle bir ozanı bütün yönleriyle tek bir söyleşiye sığdıramadık.
 
Doğrusu bir şeyi merak ediyorum; bunca yıllık yazın yaşamınızda arkadaşlarınızla ya da tek olarak dergi çıkarmayı düşündünüz mü, çıkarmış olsaydınız adı ne olacaktı?
 
Lise yıllarımda, İzmir Halkevi’nin yayın organı “Fikirler” dergisi ile, Ankara yıllarımda Türk Dil Kurumu’nun yayın organı “Türk Dili” dergisiyle ilgiliydim. Her iki dergi de kurum dergileri olduğu için belli ölçütlerin korunması gerekirdi. Gene de “Fikirler” öncü bir halkevi dergisiydi. “Türk Dili” edebiyatta işlevi olan bir dergiydi.
 
Dergicilik gönül işidir. Hoşgörülü olmak, iyi ilişkiler kurmak, gene de ilkelerinden ödün vermemek gerekir. Bu iki ucu birleştirmek kolay değildir.
 
Dergiyi hazırlayıp yayımlamakla iş bitmiyor. Tanıtım, dağıtım işlerini de yapmak gerekiyor. Bunlar benim işim değil. Bu nedenle bağımsız bir dergi çıkarmayı hiç düşünmedim.
 
 Teşekkür ederiz.

 

Ramazan Teknikel

(Sincan İstasyonu, Ocak 2011, Sayı: 41)
Henüz hiç yorum yapılmamış. İlk yorum yapan siz olun.