Biz Kürdü Dövdürmeyecektik

s-e6881de4439f87d9f1327062870ba7447a06813f

Geçtiğimiz hafta, bir grup faşist, Firuzağa’da bir müzik dükkanında yapılan etkinliğe, içki içildiği gerekçesiyle saldırıp, oradaki gençleri tekme tokat dövdüler, ortalığı kırıp döktüler. Gerçi birkaç gün sonra, saray medyası “yok, o iş öyle değil, çocuklu kadına sarkıntılık etmişler” diyerek Kabataş Yalanı adlı bilimsiz kurgu filminin ikincisini çekmeye yeltendi, ama neyse ki etkinlik Periscope adlı uygulamadan yayınlandığı için, olan biten kayıt altındaydı. Görüntülerde, faşist saldırganlar Ramazan ayında içki içildiği için mekanı bastıklarını, küfür ve tehditlerle sınırlı kelime dağarcıklarıyla açıkça ifade ediyorlar. Saray medyasının haberinde (!) deri pantolonlu ve maskeli, üstleri çıplak bir gruptan bahsedilmese de, olayın detayları için İsmet Berkan’ın açıklama yapması bekleniyor. Burada bir parantez açıp, söz konusu hikayede kadının “çocuklu” yani, cumhurbaşkanı nezdinde “tam kadın” olduğunun da altını çizip, parantezi kapatalım.

Şimdi işin ciddili kısmına gelelim. Firuzağa’da yaşanan ama’sız, fakat’sız, araya Ramazan ve dine saygı nutukları sıkıştırmadan, şiddetle kınanması, isyan edilmesi gereken bir İslami faşizm olayı. Her faşist saldırı gibi, bu olayın da sadece basın toplantılarında, siyasiler tarafından değil, sokakta halk tarafından protesto edilmesi gerekir, ki edildi. Her faşist saldırı gibi… HER. Yani hepsi. Yani ülkenin neresinde olduğuna, toplumun hangi kesimini hedef aldığına bakılmaksızın, yani ne mazlumun, ne zalimin kimliği sorulmaksızın, yani senden olana yapıldığı ya da ucu sana dokunduğu icin değil, faşizme karşı durmak için. HER faşist saldırıda olması gerektiği gibi…

Firuzağa’daki faşist saldırının ertesi günü, üstelik tam da cumhurbaşkanının fütursuzca Gezi’yi kaşımasından hemen sonra, oldukça kalabalık bir grup, Cihangir’de protesto eylemi yaptı. Beklendiği üzere polis saldırdı, Gezi’yi anımsatan sloganlar atıldı, biber gazlı nostalji yapıldı. Sloganlar arasında biri vardı ki, ülkenin öte ucunda aylarca boşuna beklenmiş, nihayet ancak İstanbul’da yaşanan bir faşist saldırı sonrasında çok gecikmeli olarak geldiğinde ise artık maalesef anlamını yitirmişti: Gezi’den Cizre’ye mücadeleye! Yanlış anlaşılmasın,  Cizre’yi hatırlatıp sloganın atılmasını sağlayanların ve atanların, en azından bir kısmının, iyi niyetinden şüphem yok, ama bu sloganı duyduğunda “Yemezler!” diyen Kürtlere de söyleyecek sözüm yok.

Cumhurbaşkanı’nın üslubunun inceliksiz olmasından mı, yoksa artık niyetini gizlemeye gerek duymadığından mı bilinmez, neden Gezi’yi kaşıyarak şehirlerde isyan hareketini kışkırttığı ve bundan nasıl nemalanmak istediği açıkça ortada. Bütün bileşenleri yanyana koyduğumuzda, kimilerinin “2. Gezi” kimilerinin “Haziran 2.0” dediği yeni bir isyanın ortamlarda konuşulmaya başlaması şaşırtıcı değil. Şaşırtıcı olan, aylardır Cizre’de, Nusaybin’de, Sur’da, Varto’da, Yüksekova’da, Silvan’da, Silopi’de ve daha pek çok Kürt şehrinde yaşanan faşist baskıları, katliamları, bodrumlarda yakılanları, genç, yaşlı, kadın, çocuk demeden keskin nişancılar tarafından sokak ortasında vurulup cesedi çürümeye bırakılanları, dirisine ayrı, ölüsüne ayrı işkence yapılanları, evleri yıkılıp göçe zorlananları, (daha sayayım mı?) Taybet Ana’yı, Miray bebeği, Hacı Birlik’i, hala kayıp olan Hurşit Külter’i ve daha nicelerini görmeyen, duymayan, görüp duymak zorunda kaldığında “ama hendek, ama terör” zırvası altında devlet ağzına sığınanların, Batı’da tekrar bir isyan başlaması halinde Kürtlerin katılımını beklemeleri. Şaşırtıcı olan, dokunulmazlıkların kaldırılmasına “evet” diyerek AKP’nin HDP’yi sistem dışı bırakma çabalarına omuz veren siyasetçileri savunanların, Kürtlerden beklentilerini dillendirirken bile özeleştiri yapmak yerine, “Şimdi kırgınlıkları, kızgınları bir yana bırakıp birlikte mücadele etme zamanı” gibi üstten söylemlerle hala Kürde abilik taslamaları, hatta daha ileri giderek, “Cizre, Sur’daki direnişe Diyarbakırlılar bile katılmadı ki” diyebilecek kadar hadsizleşebilmeleri.

Şaşırtıcı olan, “Kürt kardeşleri”ni direnişe çağıranların, Kürdistan’daki katliama alkış tutan, mahallelerindeki Kürdü döve döve zorla Atatürk büstü öptürmeye çalışan, telefonda Kürtçe konuşan genci linç eden, Jitem, PÖH, JÖH fotoğraflarını ay-yıldızlı sosyal medya hesaplarında gururla paylaşanların da dahil olacağı bir isyanda, Kürtlerin, hem de bu faşistlerin yanında saf tutmasını bekleyecek kadar aymaz olmaları.

“Gezi’deki Darbeci Unsurlar”

HDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş’ın bir demecinden cımbızlanarak alınan “Gezi’deki darbeci unsurlarla aramıza mesafe koyduk” sözleri, sonrasında yapılan tüm açıklamalara rağmen, sürekli gündeme getirilerek, özelde Demirtaş, genelde Kürtler aleyhinde kullanıldı. “Beyaz Türklerin” Gezi sırasında devlet faşizmiyle tanıştıktan ve yandaş medyanın gerçek yüzünü gördükten sonra Kürt halkına ve Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı empati duymaya başlamasından endişe eden milliyetçi ve ulusalcı kesimin, halklar arasına mesafe koymak için arayıp da bulamadığı bahaneydi bu. Oysa Demirtaş, tam da bu kesimi kastetmişti demecinde. Kürtlerin Gezi’de, önce varlıklarını, sonra yokluklarını sorgulayan, her fırsatta sloganlarla askeri göreve çağıran kesim. Asker dediğin, Batı’daki için, hele ki 12 Eylül’ü görmemiş nesiller için başka şey, Kürt için bambaşka. Asker, Kürt için yakılan köyü demek, kaybedilen evladı, babası, kardeşi. Kürt icin asker akla, vicdana sığmayacak işkenceler, dere yataklarına atılan, asit kuyularında eritilen cesetler, bir mezara hasret bırakılanların 21 senedir her Cumartesi aradıkları kayıplar demek. Asker Lice, kalekol, Ceylan, Uğur demek. Çok geriye gitmeye gerek yok, asker Kürt için Roboski demek. Gezi’de postal sesini, tank homurtusunu bekleyenlerin umudu, askerin sadece AKP’yi değil, Kürt Özgürlük Hareketi’ni de bitirmesiydi. Zira onların AKP’ye karşı olmalarının sebebi yaşam alanına tecavüz eden baskıcı, faşist politikaları değil, Kürt sorununa siyasi çözüm bulunması ihtimalini gündeme getirmesiydi. Bugün de siyasi çözüm yolunu kapatmak için gerektiğinde AKP’ye el vermekten çekinmemeleri, aylardır oluk oluk akan kana rağmen bir yandan şehit edebiyatı yaparken, bir yandan savaş çığırtkanlığına devam etmeleri, Demirtaş’ın sözlerinin haklılığını gösteriyor. Gezi sonuna kadar meşru ve haklı bir halk hareketiydi, ama Gezi’nin içinde, bu halk hareketini kullanarak darbe yapmayı uman kesimler vardı. Dahası, bugün 2. Gezi olsa, aynı kesimler, yine aynı amaçla bu hareketin de içinde olacaklar.

Düşmanımın Düşmanı Dostum Değil

Yeni bir halk isyanının başarılı olabilmesi için birlikte hareket etmek gerektiği doğru, ama kiminle birlikte? Salt Erdoğan nefreti ortak paydasında birleşerek yola çıkmak çözüm değil, çünkü asıl sorun ne Erdoğan, ne AKP. Sorun sistemin kendisi. Faşizme alan açan, şu veya bu kesimin vesayetine dayalı bir sistem içinde, isimler ve kurumlar değişse de, faşizm baki kalacak. “Öteki”ni ezmek üzerine kurulu sistem sürdükçe, zalimin ve mazlumun kimlikleri değişse de, zulüm hep olacak. Erdoğan gidince tüm sorunun çözüleceğine inanmak, beyin tümöründen dolayı kronik baş ağrısı çeken bir insana ağrı kesici vermekten farksız. Tümörü yok etmeden hastalığın tedavi edilmesi mümkün değil. Bu yüzden, 2. Gezi, ya da yeni isyanın adı her ne olacaksa, başlayacaksa, önce yolun sonunda ne istendiğine, ne hedeflendiğine karar verip, kiminle yola çıkılacağını ona göre seçmek gerek. Eğer “Erdoğan gitsin yeter, eski usule geri dönelim. Eksik gedik demokrasimizle yuvarlanır gideriz” kıvamında, AKP’den önce de devletin ezdiği, zulmettiği kesimler olduğu gerçeğini gözardı eden bir hareket olacaksa, birlik beraberlik, kardeşlik masallarıyla kimseyi kandırmaya çalışmayalım. Eğer vesayetten arınmış gerçek bir demokrasiyse amaç, hukukun üstünlüğünün korunduğu özgür bir yaşamsa talep edilen, halkların eşit, ama gerçekten eşit yaşadığı bir düzense düşlenen, o zaman önce devletçi, ulusalcı, ayırımcı, sözde demokrat özde faşistlerle yolları ayırmak, sonra sağlam ve samimi bir özeleştiri yapmak gerek. Kürtler katledilirken sessiz kalmanın, sokağa çıkmamanın, yitirilen tüm canların hesabını sormamanın hata olduğunu, Kürt halkının hendekli ya da hendeksiz, özsavunma hakkına saygı duymamız, destek vermemiz gerektiğini itiraf edebilmek gerek. “Biz Kürdü dövdürmeyecektik.” diyebilmek gerek.

90’larda kaderine terk ettiğimiz Kürt halkının her şeye rağmen bize uzattığı eli, 8 Haziran’dan sonra bir kez daha havada bıraktık. Kaybettiğimiz güveni geri kazanmak kolay olmayacak, ama bir yolunu bulmak zorundayız. Hiç vakit kaybetmeden, İstanbul’da birilerinin dövülmesini beklemeden, sadece Kürt halkına destek için sokağa çıkmalıyız. Sarayın savaşını bitirmek, akan kanı durdurmak için ayağa kalkmalıyız. Yerle bir ettikleri köylerde, kentlerde, döktükleri kandan rant elde etme planlarına engel olmalı, HDP’li vekillere karşı yürütülen hukuksuz linç kampanyalarına karşı çıkmalıyız. Ancak o zaman faşizme karşı omuz omuza savaşabilir, bu çürümüş sistemi değiştirebiliriz. O zaman gönül rahatlığıyla, “Taksim’den Cizre’ye mücadeleye!” diyebiliriz.