‘Erkeklik’, eleştirmeyi bilmemek ve ruh sağlığı
Başlık klavyemden çıkıverdi. Bu hafta da ülkece dehşet menümüz öyle çeşitliydi ki… Soframızda bir ejderha kanı eksikti. Cenazeye saldırıldı, ölüye huzur verilmedi. Yılmaz Özdil bile buna hayret etti, daha ne olsun. Dehşet ve vahşet ortalaması az daha düşük bir ülkede, başka bir zamanda bir ay kendimize gelemeyebilirdik. Biz tabii hızla toparlanıp irili ufaklı gelecek dehşetlere yelken açmakta gecikmedik. “Mesela” uçakla Ankara’dan İstanbul’a yolculuk eden CHP İstanbul Milletvekili Sezgin Tanrıkulu’nu, arkasında oturan yolcu sosyal medya üzerinden boğma teliyle tehdit etti. Bunu yapanın akademisyen olduğu ortaya çıktı. Bu dokunmatik ekran canavarı, üniversitede çocuklara hukuk dersi veriyordu! Bu da yetmedi, akademisyen, yazar Özlem Kumrular’ın, Beylerbeyi’nde oturduğu apartman sakinleri tarafından bakılan 17 yaşındaki hasta köpek Çıtır’ı gecenin bir yarısı “kaçırıp” bir barınakta ölüme terk ettiği ortaya çıktı. Böylelikle hayret duygumuzu, dehşet gustomuzu henüz yitirmediğimizi çorbalardan ana yemeğe uzanan zengin bir dehşet menüsüyle teyit etme “şansına” sahip olduk bir kez daha. Çünkü biz buna değeriz.,
Bunlar olup bitmeden hemen önce (yani geçen hafta bugün), Tolga Çevik’in eşi Özge Yılmaz Çevik’e yazdığı yıldönümü kutlamasına ve bunun sosyal medya yansımalarına dair bir yazı kaleme almıştım. Almıştım gitmişti bana göre. Olay basit olduğundan değil, çeşitli yönlerinden bakıp hakkını vererek yapmaya çalıştığım bir değerlendirme olması nedeniyle, hayatıma içim rahat devam ediyordum.
İçine sevgimi katmıştım ama yazının, içimi temelde rahat ettiren buydu, vallahi dalga geçmiyorum. Yemekte oluyorsa yazıda niye olmasın. “Sevgimi katmıştım,” çünkü yukarıda anlattığım türden dehşet damgalı olaylarda bile kısmen ama insan hayatına dokunan, kişisel yanı olan olaylara bakarken mutlaka benim “şefkatli eleştiri” olarak tanımladığım bir tarzdan yanayım. Yani eline geçirdiği kılıcı oyun edasıyla sağa sola sallarken kahkahalar atan ergen gibi değil de hani, muzip ama halden bilir bir yetişkin edasıyla. Yazarken kendimizden çıkıp bir personaya girmeye bayılıyoruz, böyle ergen işi bıçkın, sert, atarlı giderli yazıları da pek seviyoruz. Bunları yazmak çok da kolay aslında çünkü kötücül ergen dilinin bir cazibesi var, hemen giriliveriyor içine o kumaşın. O yüzden de çokça yazılıyor böyle şeyler.
Ama umut hep var. Bunlar olur biterken, işi en kolayından almayan, elbette ki bir okunurluk arzusu barındırmakla birlikte başka iki üç niteliği bir arada tutmaya çalışan yazıların gördüğü ilgi, kime ait olursa olsun, nerede çıkarsa çıksın beni çok mutlu ediyor: Bir şeyi gösteriyor çünkü bana göre ve bu çok iyi: “Gülmeye ve kızmaya olduğu kadar şefkatli eleştiriye, hafiflikle beraber derinliğe ihtiyacımız var.” Hayatın bu ergen hoyratlığına, ısrarlı biçimsizliğine göründüğü kadar razı değil kimilerimiz.
Geçen hafta yazdığım Tolga Çevik yazısından bir-iki gün sonra Metin Solmaz da Duvar’da aynı konuda bir yazı kaleme aldı. Bu yazının konusu, bu konudan ziyade bu konu üzerine yazılmış diğer yazılar gibi görünüyordu. “Tolga Çevik ve Risk Almadan Kahramanlık” idi başlığı. Üstüme alınmayacaktım çünkü bence bir konuda farklı perspektiflerden yazıların çıkmasından daha doğal bir şey yoktu da, pek mümkün olmadı. Yazıyı görüp görmediğimi, benim adıma kızdıklarını belirten mesajlar aldım arkadaşlardan ve okuyanlardan. Bunun üstüne oturup alıcı gözle yazıyı okudum ve evet şöyle ifadelerden yola çıkarak benim yazımın “da” kastedildiğini düşünmek durumunda kaldım. “Bir tebrik mesajı bazen sadece bir tebrik mesajıdır, oturup doktora tezi döşenmek nedir?” Hımmm.
Benim anlayışıma göre birini kasteden yazı kişiyi ve yazısını referans verir, aynı konuda aynı gazetede yazan iki yazar da önceki yazıları gözden geçirmek, konuyla ilgisi oranında referans vermek “zorundadır.” Burada verilmemiş, o benim yoğurt yiyişim, referans anlayışım, olabilir. O zaman da şöyle bir durum doğuyor işte. Muhatap sen değil gibisin ama bariz muhatapsın. Solmaz’ın yazıma dair ilgili kısımları üstüme alınmayı bana bırakarak herhalde “centilmenlik” ettiğini düşünmeyi tercih edeyim. Pekala.
Bu yazıyı da bu nedenle yazmıyorum aslında. Solmaz özetle “eril dille, erkeklikle mücadele karakterimiz olmalıdır ama bunu yaparken de Tolga Çevik gibi kolay değil, zor lokmalar seçmemiz gerekir,” demiş. Başlıyorum.
Kolay lokma? Lokma? Bir konuyu eleştirmeyi bir insanı “yeme”/harcama faaliyeti olarak görmek neden? Eleştiri bizde genelde böyle yapıldığı, belki o yazı da istemeden de olsa kısmen, aslında bunu yaptığı için bir savunma (yansıtma) mekanizması mı giriyor devreye? Kendimize daha yakın bulduğumuz, “aynı mahalleden” insanları, kadın ya da erkek, eleştirmemeli miyiz? “Erkeklik” sorunu veya başka herhangi bir sorunda ele alacağımız olayın çapını ne belirler ya da? Şeytan “büyük olayda”, manşette mi gizlidir, yoksa bize soluğumuz kadar yakın olan ayrıntılarda ve benzerlerimizde mi?
İlkinden başlayayım. Bence içerdiği birtakım asla azımsanamayacak siyasi riskler haricinde, mevzu kolaylık- zorluksa, aynı dünyadan olmadığın, senin hayatına kolay kolay girmeyecek, yollarının kesişip kahve fincanlarının çarpışmayacağı insana yapılan her tür eleştiri daha zahmetsiz.
Benzerlerimizi ve kendimizi ise yeterince iyi, yapıcı, gereğinde acımasız ama alttan alta da şefkatli bir eleştiriden geçiremediğimizi düşünüyorum. Bu nedenle de bizde yere göğe sığdıramamayla yerden yere vurma arasından ok bile geçmediğini, bunun en büyük zaafımız olduğunu… Kendimize ve benzerlerimize karşı “kör” kalmayı tercih ederken aleme gözlerimizin velfecri okuduğunu, bu nedenle de biraz, ilerleyemediğimizi. İşte bu eleştirememe alışkanlığımız yüzünden esas toptan, “kolay lokma” haline geldiğimizi. Liyakat ve yeteneğin yerini biraz da bu nedenle ilişkilerin aldığını… Tüm bunların “başımıza gelenler”den biraz bağımsız, çok önce de böyle olduğunu, bu konularda kendimizi eleştiremezsek, sonra da böyle olabileceğini…
Saldırmayı değil evet muzip ama çok yönlü, kalemi ele geçiren bizim de neticede sık sık hata yapan birer insan olduğumuzu gözeten, kendini öne çıkarmayı değil baktığına gerçek anlamda “bakmayı” hedefleyen eleştiriyi öğrenmeliyiz. Popüler konularda da, başka her konuda da. Bu yüzden mesela kendime çok da yakın bulmadığım Alişan hakkında da, yine tanımamakla beraber ilk bakışta kendime, değerlerime görece daha yakın ve sempatik bulduğum Tolga Çevik hakkında da yazabilmeliyim.
Bahsettiğim yazıda değil sırf, bu konularda yazılmış diğer benzer persperktiflerden yazılarda ortak olan şu noktalardan bahsetmeliyim: Mesela feminizmle ilgili bir meseleyi, zaten feminizmin kendisi büyük oranda bunu dert edinmiyormuş gibi “egemen erkeklik algısı sırf kadınları değil herkesi eziyor” cümlesi üzerinden kurmak nasıl bir şey? Bu konulara dair her tür yazıyı “bunlar feminizmi yanlış algılatıyor”la özetlemek nasıl bir şey? Toplumsal cinsiyet algısı üzerinden dönen bir tartışmayı kestirmeden “e o zaman tavuk da yemeyin, cinayet”e bağlamak peki? Tamam, “devrim olana kadar” bu konular üzerine konuşmayalım o zaman. Bu kadar müstehzi olmak istemem ama sırf bu yazının değil, okuduğum bu tür yazıların bana dediği bu.
Bu tür yazıların bir diğer dediği de, şöyle bir şey: “Bu konuda yazabilirsin, şu konuda yazamazsın. Seni kendi feminizminle bile tehdit ederim, ben de az çekmedim, feminist olunacaksa da yolunu gösteririm ben.” Abartmıyorum, okuyunca insana böyle geçiyor.
Yazar olarak galiba doğaldır ki en hoşlanmadığım şeylerden biri, bana ne hakkında yazıp yazmayacağımın söylenmesi, aba altından çerçeve çizilmesi. Bu konuyu toplumsal cinsiyetten de soyutlayamıyoruz. Adını da koymuşlar hatta, “mansplaining”. Son yılların en yaratıcı çevirilerine konu oldu bu kavram, “açüklama,” “erkekleme” bunlardan bazıları.
Bu haftanın dehşet menüsünden Özlem Kumrular olayı hakkında söylemek istediğim şey de, yukarıdakilerle çok bağlantılı. Mahallenin bir sakini, bir canlı, ortak yaşam alanını şu veya bu şekilde yıllardır paylaşan, hisleri olan bir yaratık derdest edilip bagajlara konup barınağa terk ediliyor. Neresinden baksan korkunç bir olay maalesef.
Bu konuda sosyal medyada pek çok şey yazıldı, çizildi, en sonunda Özlem Kumrular Bahçeşehir Üniversitesi’ndeki görevinden istifa etti. Bunun üzerine de onu şahsen tanıyan, seven başka yazarların koruyucu yazıları girdi devreye. Ben kendisini şahsen tanımıyorum, maalesef yazdıklarını okuma fırsatım da olmamıştı. Olana bitene sadece bu olay ve onun tutumu ekseninde bakıyorum. Bana göre bencillik ve akıl almaz da bir kibir var tüm tutumunda, görünen. Ama ne yapalım, beddua mı edelim? Ya da tam tersi, hiçe mi sayalım olan biteni? Çıtır öldüğüne göre bunu da yapamayız. Nadir de olsa yapılanın belki karşılığını bulduğu, pek çok “eden” bulmazken Kumrular’ın davranışının sonuçlarıyla belki fazlasıyla karşılaşmış olduğunu görerek özetlemek gerek galiba bu meseleyi. Tanımasam da “mahalleden” olduğu için değil asla, yaptığı yanına kar kalmadığına göre, bir insana yaptığıyla yüzleşmesi için en azından, bir noktadan itibaren adil bir fırsat tanınması gerektiğine inandığım için. Diğer türlü her söyleyeceğim çünkü, bu noktadan sonra, “kolay lokma” olur, evet.
Kolay lokma olmayalım. Oldurmayalım. Kendimizi yedirmeyelim ama eleştiriye de bir harcama/yeme olayı gibi bakmayalım. Aynaya cidden daha sık bakalım. Bizi önden, yandan, cepheden, arkadan gösteren farklı aynalara…
Senarist ve yazar. İlk şiirini beş buçuk yaşında yazdı, olaylar uzayda geçiyordu. Şiirleri 13-18 yaşları arasında Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra Omnia, Böcek Yapım gibi şirketlerde çalıştı; reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV - sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.
YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sıla’nın ayrılığı, Instagram aşkları ve ‘sataşma özgürlüğü’
Bize verilen bir tek hayatın irili ufaklı dertleri ve sorunlarıyla uğraşırken, “gerçek çaresiz”lere ses olabilecek minimum paydayı, o özü hiç yitirmememiz gerekir. Kadın olarak kendimi gerçekleştirmeye dair tüm temel haklarımın yanı sıra flört etme/edilme, hoşça vakit geçirme hakkımı da isterim. Ama bunu yaparken benim kadar, benden çok daha az, benden çok daha fazla şansı olan/olmayan diğer kadınların hakkını görmezden gelemem. Sözümde, başkalarının sözü vardır. Hiç tanımadığım kızkardeşlerimin sözü.
Arsız ölüm, Altın Küre, hikâyeyi yazan kadınlar
Kaç kez o mesnetsiz sevincin yüzü suyu hürmetine bir iç kuyudan göğe fırlamışımdır, bilmem. O anlara güvendiğim kadar hiçbir şeye güvenmem. Mesnetsizce sevinemez olursa insan, sinsice çürümeye başlar çünkü. Hayatın tarafını tutmaz hâle gelir. Ruhun nabzı, bence o pırpır. İşte öyle bir pırpıranda duydum Münir Özkul’un gittiğini. Etkisi de hâliyle daha şiddetli oldu. Yeşilçam filmlerinin en sıkı ‘numarası’dır: Kalp en güzel, bir gülüşün ortasından kırılır. Ekvator çizgisinden bir kesi boyunca portakal gibi soyulur.
Hadise’nin erotizmi, kız çocuğu ve tahrik kabusu!
Hadise’yi isyanında son derece haklı buluyorum. Yetişkin kadının rıza içeren cinselliği rahat bırakılsın ve öncelikle de çocuklardan el çekilsin diyorum. Ciğerimiz soldu. Yeter, gerçekten yeter, rahat bırakın artık çocukları…
Evciler ve yolcular, yılbaşı ekranı, simli pantolon
Yılbaşı ekranı da bu yılbaşını saran sasılık, eğlencesizlik, renksizlikle doluydu özetle. Hayatlarımızın cılız eğlence kadrosundan bir şeyler daha eksilmiş gibiydi. Magazin ve eğlence düzeyimiz daha önce şahane olduğundan değil. Ama bu ruhsuzluk başka türlü ürkütüyor insanı. Türkiye yavaş yavaş “…” olmaz canım, bizde başka bir damar var” denen o damar her neyse işte, onu yitiriyor.
Yeniden sev beni
Yeryüzünde, yabancı bir kadının ellerini, karnını öpmenin onun annelik içgüdülerini uyandırabileceğini öğrenmek zorunda kalmış bir kız çocuğundan daha yalnız bir varlık olabilir mi?
Taciz, eleştiri, özür ve linç
Erkekler kadar, her kesimden bazı kadınların da maalesef bilerek ya da bilinçsizce katkıda bulunduğu bir tür kadın düşmanlığının sürüyor olması ciddi bir sorun. On ifşadan biri gerçekleri saptırdığında ya da Tohumcu örneğinde olduğu gibi, kadın hareketine yakınlığıyla bilinen bir kadın tökezlediğinde bir linç baş gösteriyor hemen.
Çağatay’ın kitabı, nefessiz ateistler, şarlatanlar diyarı
Uyanık ergen çocuklar, “kadın kalk der, erkek b.k yeme, otur” türü üfürizmalar, bir çay sohbetinin deşifresi gibi görünen kitapların çoksatarlığı, kendi nefesini en ‘cinfikir’ formüllerle insana geri satanlar… Tüm bunların anlattığı bir şey var. Buna kulak vermeliyiz belki de.
'Aşk cinayeti': Böyle sevmek mi olur?
Bergen, tek ve güzel gözlü, şelale saçlı kadın, “acıların kadını”. Önce gözünü, sonra hayatını kaybetti. Aşktan hep! “Böyle aşkın ızdırabını…” bile diyemiyorsun çünkü edeceğin küfürle onu öldüren kurşun aynı yerden geliyor. Bergen neredeyse çocukluğa ait bir yüz ama ünlü kadın cinayetlerinin en “alımlısı” olarak hafızada hâlâ capcanlı.
Demet Evgar güzelliği ve ‘Aile Arasında’
Evgar’ın beline uzanan eller hepimize uzanıyor. Her derin fotoşop darbesiyle yağmur ormanlarında bir ağaç devrilmiyorsa da kendimiz kalarak güzel olma şansımızı bir parça daha yitiriyoruz. “Gerçek” olma şansımızı... İşte bu nedenle konu etrafında dönen tartışmaları çok isabetli buldum. Kadınlar ve erkeklerin “Demet’ime Dokunma” minvalli çığlıklarını sahici ve kendine özgü güzelliğe hâlâ değer verildiğinin göstergesi biçiminde yorumlayarak mutlu oldum.
Bize her gün Black Friday
Athena Gökhan kendince bir noktaya parmak basmaya çalışırken aslında sık sık türlü vesilelerle dönen bir tartışmanın göbeğinden ses vermiş. Mesele kültürü kültür endüstrisinden ayıramamak yollu temel bir sorundan kaynaklanıyor. Hayatı da ihtiyaçları da tüketim kültürü belirliyor. Bunun içinde sen dövmelerin, sempatikliğin, kızıl saçların, tişörtlerinle sürdürülebilir bir marka değerine sahipken eve girecek yeni çay kahve makinesini daha ucuza almayı sağlayan Black Friday neden kültür erozyonu oluyor demek de çok olağan. Biz olmuşuz Black Friday!
Leyla Alaton ve tashaklı kadınlar
Alaton’un tashak kullanımının yerindeliğine elimde olmadan gülümsedim. Ama genel olarak tashaksız, abasız, sopasız cesaretimizin tadını çıkarmamız gerektiğini düşünüyorum. Onu kimse vermedi bize, söke söke, biz kendimiz aldık.
Ajda Pekkan’ın poposu
Sayın ve sevgili süperstar, sabahtan akşama spor yapsak, spor küpümüz olsa da uyanır uyanmaz içine batsak ne olur? 71 yaşında o popo normal değil ki? Genetikle, balıkla, sporla, pozitif düşüncenin gücüyle açıklanabilir gibi de değil. Bu nedenle de günlerdir “sevilesi” dertler kontenjanından bu konu hakkında yazıldı, çizildi, tweetlendi, Ajda’nın poposu bizi gerdi!
Sertab sihirli telomerler diyarında
Bir gün gideceğimiz gerçeğini kabullenmektense ya hayatı kandırmaya ya da o bizi öldürmeden biz kendimizi öldürmeye çalışıyoruz. Düşününce, ikisi de birbirinden delice.
Sosis satan adam ve Çelik
Tesadüfi ya da münferit değil bu gibi çıkışlar, bu gündeme dahil olma hezeyanları. İkbal yıllarını geride bırakmakta olan bir pop sanatçısının çabaları biçiminde de değerlendiremeyiz salt. Bugünkü cehennemimize irili ufaklı katkıları olan belli bir anlayışı (ya da anlayışsızlığı), tavrı, tutumu, muktedirin yoluna taş döşeyen başka bir tür cehaleti açığa vuruyor bu sözler.
Elif Şafak, biseksüellik ve bizim büyük homofobikliğimiz
Elif Şafak’ın yazarlığı eleştirilebilir, belki çeşitli konulardaki samimiyeti de sorgulanabilir. Cinsel kimlik konulu bir ifşanın samimiyetini sorgulamaksa hiç kimsenin, hiçbirimizin haddine değil. Bir insanın hayatının bu kadar özel ve önemli bir yanına dair paylaşımını sorgulamak için, biz de kim oluyoruz yahu?
Amerika’ya gidemiyoruz ve aşka düşemiyoruz, başka?
Görünen o ki Amerika’ya gidemiyoruz ve şöyle gümbür gümbür, insanı yerden yere vuran aşklara düşme becerimizi epey kaybettik. Amerika işi elimizde değil. İçinde bulunduğu bağlam okyanusunda “derdimiz o olsun, bu daha ne ki…”lik bir durum gibi duruyor şimdilik.
Emrah Serbes’in sonunda ne var?
Hiç değilse bu itiraf anında Emrah Serbesliğinden soyunabilse, belki belli koşullarda herkesin başına gelebilecek çok talihsiz bir olayı sadelikle karşılayabilse, giden yine de geri gelmezdi. Ama karşılığındaki, yer yer çok acımasız bulduğum tepkilerde çok daha az haklılık payı olurdu.
Şeymacun Ilıcalı ve gelinin düğünü
Şeyma ve benzeri genç kızlar bu kendileri çalıp kendileri oynamayı, “öteki kadın”dan “daima gülümseyen kız”a, “çirkin ördek yavrusu”ndan “Instagram fenomeni”ne türlü şeyler olmayı kendi kendilerine öğrenmiyor. Beş yaşından başlayarak onlara belletilen hayal, masal böyle bir şey. Çoğunun başka bir şey düşünecek şansları da buna dair bir arzusu da pek olmuyor, eldeki ve evdeki imkanlarla girişiyorlar işe.
'Aşçım, çamaşırcım, ütücüm, sanatkârım, karım'
İnsanın, anne de, eş de, başka milyon şey de olsa önce kendisi olarak, onu o yapan özelliklerle anılmak isteyeceğini. O nedenle işte bence tüm bu nottaki en tatlı ve samimi kısım, “Özgiş Hanım” kısmı. Şahsen tanımadığım bu kadına ve erkeğe karşı olumsuz bir hissim hiç yok. Ama “Özgiş” dendiğinde, gerçekten de özel, şahsi, yaşanmış bir şeyden, özel bir kaş kaldırıştan, gülüşten bahsedildiğini daha iyi hissediyorum.
Yuvarlak dünya, seviliyorsun kardeşim!
Diyorlar ki, UFO’lara, uzaylılara inanmaya bu kadar hevesliyken niye dünyanın düz olduğunu iddia edenlerle böyle dalga geçiyorsunuz, ötekileştiriyorsunuz düzcüleri? Çok mağdurlar yani, öyle böyle değil... İçlerinde ünlü ya da az ünlü kişiler de var. Habire o plaj senin bu plaj benim gezip “bakın, düz işte!” diye ufka doğru bronz ve adaleli bacaklarını sallıyorlar.
Vatan Şaşmaz cinayeti
Asgari saygıyı falan hiç iplemeyen, acayip bir gerçeklik yitimine uğramış tuhaf bir toplum haline geldiğimizi tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor bu cinayet. Bence bu ürkütücü olayın en ürkütücü yanı da bu.
Pornografik riyalar
Karşılaştığı bunca yıldırıcı tacizden sonra o kadar doğal ki… Bu kan uyuşmazlığının nedeni Kekilli’nin hayata ve fırtınaya gözünden dalan, kendine ve gerçekliğe binbir kılıf uydurmadan bildiği gibi yaşayan sahici biri olması bence, kuşkusuz. Buralarda bu türden dürüstlüğü pek sevmeyiz.
Elçin Sangu ve birkaç iyi, güzel kadın
Son zamanlarda bu “linç” furyası daha çok kadınları hedef alır hale geldi. Özellikle de siyasi konularda. Türkiye’nin en güzel kadın starlarından Beren Saat, Sıla Gençoğlu ve son olarak da Elçin Sangu, bu tür linç durumlarından nasibini alanlardan. Ortak özellikleri de ruh hastası usulü karalama ve çullanmalar karşısında serinliklerini, duruşlarını koruyabilmeleri. Dün bütün gün Twitter’da Elçin Sangu konuşuluyordu. Nedeni, birinin yaptığı flood (tweet zinciri). Flood, Elçin Sangu’nun ta Gezi zamanlarından başlayarak yaptığı ya da yapmadığı paylaşımları titizlikle (!) mercek altına alıyor.
Aldatmak da evliliğe dahil mi?
Tek eşliliğin erkeğin değil toptan insanın doğasına aykırı olup olmadığı uzun ve alengirli bir konu. Evlilik içinde olup bitenlerse bir noktada bence her çiftin kendi bileceği şey. Sene olmuş 2017 iken aldatan kadınla erkeğe apayrı toplumsal suçlama departmanlarında bilet kesilmesi ise hepimizi ilgilendiriyor.
Sen röportaj verme Alişan!
Mümkünse dört beş çocuk istiyor bir de. “Erkeği bulana kadar devam edeceğim,” diyor. Çünkü ailede soyadını taşıyacak varise ihtiyaç var. Alişan’ın soyadı ne bu arada?
Adriana Lima - Metin Hara aşkı ve bizim büyük kültürel çölümüz
Adriana Lima-Metin Hara aşkında Notting Hill (Aşk Engel Tanımaz, 1999) filmini anımsatan bir şeyler varsa da detaylara girildikçe masalın rengi biraz değişiyor. Bir kere meğer bu Metin O’Hara Bey, zaten ünsüz sapsız biri değilmiş. Kafamda bir Metin Hara ismi, bir de sağda solda rastladığım kitabının kapağı vardı da kimdir, nedir, pek tanımıyordum ve galiba öğrenmeden yaşayabilirdim. Olmadı…
Korku gömleğini atmak
Kılıçdaroğlu, “Korku gömleğini attık,” demişti. İnsana hiç yakışmayan bir gömlekti korku. Dar, zevksiz ve gereksizdi. Neyse ki bir noktada çıkarılıp atılabiliyordu. Beraber yürünen yollar kısalıyor, dört tarafı korkularla çevrili ülkemizde umut yine de bir yolunu bulup esiyordu. İşte bu hayattı ve güzeldi. Çok güzeldi.
Kimseye etmem şikâyet, fallarım ben halime
Fal baktırmak için gereken tüm kriterlere sahibim. Ama fala inanmadığımı söylüyorum. Falcı kadın da belli ki buna inanmıyor. Sıcaktan şuurumu yitirmek üzereyim, fazla direnemiyorum. Bir bakıyorum, elim elinde. Avucumda da nal kadar bir nazar boncuğu.
'Dünya Güzellerim' ve iki ucu çamurlu çarşaf
Dünya Güzellerim, dörtlüsünün rengarenk Hindistan macerası paralel evrende akarken bir yandan da Onur Yürüyüşü’nde (Pride 2017) LGBTİ birey başına üç polis düşüyor. Yaşamın en ufak rengini soldurmaya, gökkuşağını bazukayla vurmaya ant içmiş gibi görünen bir dönemin de izleyicisiyiz, topluca. Reyting ihtimali yine de oralarda değil, iki ucu çamurlu çarşafta olduğuna göre, kabul edelim, bizde esasen renklilik değil sevilen, çamurun bin bir tonu. O yüzden, izleriz yani, nedir, nelerin nelerin izleyicisi değiliz ki… Helal olsun, düşmanlarımız çatlasın ohhh, benim dünyaaa güzellerim!
Herkes birbirini gözetliyor
Adam yüzde 20 oradaydı, bizim kız yüzde 120. Bizim kız kendini açık bir kitap gibi sunuyor, gün içinde her an ne zaman ne yaptığını, kiminle nerede olduğunu, ne yiyip içtiğini Facebook-Twitter-Instagram-WhatsApp şeytan dörtgeni aracılığıyla yazılı, fotoğraflı ve videolu biçimde bildiriyordu. Kendine dair bu miktarda bilgi verdikten sonra da adamın onu niye hiç merak etmediğini merak ediyordu.
Kedi ve hayatın sırları
Ceyda Torun'un yönettiği Türk-Amerikan ortak yapımı Kedi filmi bu hafta Başka Sinema kapsamında gösterime girdi. Filmi hem benden hem de kedi oyuncularından Gamsız'ın ağzından dinleyin bir de...
Kötülüğe çok yakından bakmak
Çocuğa, kadına, LGBTİ bireylere şiddet, tecavüz ve örtbasın bu denli yaygın olduğu ülkemizde keşke biz de bu hikayelerin peşinden gidebilecek yapımlara imza atabilsek. Kötülüğe daha gerçekçi gözlerle ve yakından bakabilsek…
Cannes’ın ardından
Bu yılki festivalde en çok gürültü koparan mevzulardan biri Netflix filmleri Okja ve Meyerowitz Stories’in de yarışmada yer almasıydı. Bu iddialı ve övülen iki filmin de yarışmadan eli boş dönmesi “Almodovar ikna edilemedi galiba” yorumlarına yol açtı.
Günümüz ıssız adamının soyağacı: Büyük düşüş, imkansız kurtuluş
70’lerin beyaz orta sınıf erkeği için “ev”, eksik, örselenmiş, yaralı biçimde de olsa engelleri aşıp halen dönebileceği, sığınabileceği bir yerken 90’ların erkeğinin artık dönebilecek bir evi yok… Bu yerinden edilmişlik, 90’lardan itibaren filmlerde rastladığımız erkek karakterleri okumakta önemli bir anahtar sunuyor.
Kaygı: Bir direniş mekânı olarak hafıza
Toplumsal hatalarımız ve acılarımızla yüzleşemezsek, tarih acılı bir tekerrürden ibaret olur. Bu anlamda en geniş anlamıyla sanatsal üretim, ama ondan da önce hafıza, bir direnme mekânı. Hatırla.
Piçlerin seni ezmesine izin verme!
Damızlık Kızın Öyküsü, elbette ve öncelikle feminist bir metin. Ama anlatılan sadece kadınların hikâyesi değil. Böyle bir rejimin düzenin yeniden sağlanması bahanesiyle ne kadar yıkıcı hale gelebileceğini anlatıyor. Bu zehirli ortamda her şey, doğumun kendisi bile çürüme ve ölümün hizmetinde.
Ömrümüzün törpüsü bazı insanlar
O bazı insanlar var ya bazı insanlar… Ömrümüzün törpüsü onlar. Her döneme maksimum uyum sağlayabiliyorlar. Beyaz gömlekten böğürtlen lekesinin nasıl çıkarılacağını da, her durumdan en az hasarla nasıl çıkılacağını da biliyorlar. Kendilerini üzmeden, en az çabayla en olumlu sonuçları elde ediyorlar.
Gündelik cinayetler, kuzuların sessizliği ve seyretmenin zalimliği
Hayatta en beceremediğim rollerden biri, seyirci kalmak oldu hep. Günlük yaşamın küçük cehennem sekanslarında hep rengimi belli etmeye, “ezilen”in yanında olmaya, gördüğümü mümkün olduğunca söylemeye çalıştım. Ne kadar faydası oldu, bilmiyorum. Bunun kaybettirebileceği bir şeyi hayatımda zaten istemediğimi biliyorum sadece.
Aşktan sonra hayat var mı?
Aşkın ölüp gömüldüğünü düşünmüyorum ama bu üç filmin de anlattığı gibi, bildik “aşk hikayesi”nin bazı köklü değişiklikler geçirdiği açık. Günümüz insanı için aşk fazla zahmetli bir hal aldı. Kalbinle irtibatını kesmeden hayatla başa çıkabilmek başlı başına bir mesai. Türkiye zaten Tanpınar’ın dediği gibi, “evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkanı vermiyor.”
Kafamızı kaldırabildik mi?
Hep iyi niyetli olup başkalarının abuk subuk davranışlarına maruz kalma şeklindeki mağduriyet ısrarımızdan vazgeçelim. Önce içimizdeki düşük hafızalı, bencil ve fevri ergene bir dur diyelim, gerisi gelir.
Eski yara, tatlı sızı
Tek tek her şey güzel göründüğünde bile büyük tablonun bambaşka bir şey söylemesi, orkestranın her üyesinin sadece kendi performansını önemsemesi, bize dokunmayan yılanlarla kurduğumuz ittifaklar, bizden saydıklarımızda hoş gördüğümüz dev defolar, küçücük bir konuşmanın sıcaklığını olsun içermeyen muhtevaca çirkin günler gözüme batıyor.
Sıva kollarını tatlı kız, prensin kurtarılmayı bekliyor
“Erkeği kurtaran kadın” Belle, tam bir projeci. Rapunzel gibi kuleye hapsedilmiş kurtarılmayı, yüz yıl uyuyan güzel gibi 1.69 yatarak bir öpücükle uyandırılmayı beklemiyor.
Hayatımda gördüğüm en komik şey olabilir bu!
Küçük kız "O wara-yelli wara-welli dediği yer ne kadar komik di mi!" dedi. Ayağa kalktı, şarkıdan aklında kalanı örgüsündeki kelebekleri uçura uçura neşeyle söylemeye başladı. Annesi kızı elinden çekip oturttu. "Şıışt, bağırma!" dedi. Fısıltıyla ekledi: "Türkçe değil o!"
Düşlere, masallara itinayla kirli konumlar giydirilir
Renk, şarkı, dans, düşünce ve hayat susmasın. Geniş geniş bir riyalar denizi hepimizi yutmasın.
Kadın kadının kurdu mudur, iki kadın bir ordu mudur?
Bize dayatılan hikâyeye kararlı bir itirazımız, hayata muhalif bir sözümüz olsun. Kadın kadının yine kurdu olsun, tamam. Ama ham yapmak değil, leb demeden leblebiyi anlayıp bir bakışmada hayatı şen kahkahalarla sallamak için!
Yanlış zarflar, uçan şekerler, ünlüler ve gönüllüler: Oscar’ın ardından
And the Oscar goes to… Biri beyaza, biri beyazın işine gelene, üçüncüsü illaki ‘kara kedi’ye. Masallara inanmayan taş yesin.