Siyasi İslamcılığın Patolojileri -I-

Adem Çaylak 09.07.2015


 

 

Süreç içinde iktisadi, toplumsal, bilgisel ve siyasi faktörlerle birlikte “seküler ilahiyat” üzerinden modernleşen Batı dünyası karşısında yenilmişlik psikozu içinde, modernleşmeye tepkisel, koşut ve içkin bir biçimde modern dünyanın sosyo-iktisadi, kültürel ve siyasi sorunlarına cevap bulmak amacıyla, 19.YY'ın ikinci yarısından sonra ortaya çıkan siyasi İslamcılık, bir tür “modern Mesihçilik” hareketi olarak gündeme gelmişti. Batı hegemonyası karşısında tedafüi (savunmacı), refleksif ve kurtarıcı bir kimlikle ortaya çıkan siyasi İslamcılık hareketlerinin günümüze uzanan patolojileri daha derinlerde saklıdır. Tarihsel süreç içinde ortaya çıkan Arap-İslam ve Türk-İslam imparatorlukları devlet geleneğine hakim olan İslam siyasi düşüncesinin kimi sakat yönleri, siyasi İslamcılığın sorunlarının temel kaynağıdır.

 

Daha çok Muaviye (M.661-680) geleneği olarak kendisinden sonraki İslam siyasi akıl ve düşüncesini belirleyen ve sonradan siyasi İslamcılığın patolojisi haline gelen hususların başında, “siyaset ve iktidarın itikatlaştırılması” gelmektedir. İnsanların ortaklaşa kamusal meseleleri ile ilgili karar almak ve uygulama ile ilgili siyaset ve iktidar ilişkilerinin dinselleştirilmesi ve itikatlaştırılması, günümüz siyasi İslamcılık hareketleri ve İslami gelenekten gelen iktidarcı İslamcılığın en sorunlu yönüdür. Kur'an'da ve onun pratiğe aktarılışı anlamına gelen Peygamberin sünnetinde siyasi rejim tipini ifade eden, siyaset ve iktidar ilişkilerini ayrıntılı bir biçimde düzenleyen, “ağyarını mani, efradını cami” kurallar bütünü yoktur. Kur'an ve Peygamberlerin sünnetinde kamusal, toplumsal ve siyasi meselelerin çözümü ya da karar alımına ilişkin olarak, adalet ve şura/istişare/danışma/müzakere gibi  oldukça amaçsal, yöntemsel, genel ve temel ilkeler vardır. Kur'an, değişimin cereyan ettiği her alanda olduğu gibi siyasi alanda katı sınırlar çizmez. Toplumun ve siyasetin değişimine paralel olarak bu alandaki düzenlemeleri insanın iradesine bırakır. Hür irade, akıl sahibi ve seçme hürriyetine sahip insanın toplumsal ve siyasi alanı düzenlemesi, ahlak, adalet ve doğruluk üzerinden imtihana tabi tutulur. Bu bakımdan İslam'ın siyasi sistemi şudur ya da şöyle olmalıdır türünden sözüm ona Kur'an ve sünnetten delil getirerek “dinselleştirilmiş” temelde tartışmanın hiç bir anlamı yoktur.

 

Maalesef bu türden tartışmalarda, İslam Peygamberinin dönemi dahil olmak üzere dört halife döneminde, siyaset ve yönetime ilişkin kendi koşullarında yaşanan olaylar, anlaşmazlıklar, üretilen çözümler ve uygulamalar, Peygamber ve dört halifeye halef olan Ehl-i Sünnet, Ehl-i Şia ve Selefi ya da Harici siyasi fırkalar, kendilerini haklı çıkartacak dini deliller aramaya kalkışmıştır. Özellikle, halife/imamın seçimi, halifede aranacak şartlar, biat, imama tabi olma gibi hususlar, ilk dönem İslam siyasi uygulamalarından deliller getirilerek dinsel temelde tartışılmıştır. Siyaset ve yönetime dair İslam'ın ilk dönem uygulamalarından alınacak dersler olmakla birlikte, tarihsel süreç içinde İslam'ın siyası fırka ve mezheplerin her biri (mezheplerin siyasi çatışmaların bir ürünü olarak ortaya çıktığı düşünüldüğünde), savunduklarını haklılaştıracak sözüm ona “siyasi hadisler” üzerinden (uydurulan en büyük siyasi hadis, “halife Kureyş'tendir”) ve “dini deliller” üzerinden, İslam'ın tüm zamanlara hitap eden bir siyasi sistem önerdiği biçiminde bir yanılgı malül olmuştur. Sadece, imameti, imanın olmazsa olmaz bir şartı haline getiren Şia değil, Ehl-i Sünnet de ne yazık ki siyaseti vahyi/dini bir mevzu olarak ele almıştır. Başka bir deyişle, İslam'da siyaset, yönetim ve iktidar ilişkileri, tarihsel siyasi İslam'daki deliller üzerinden, adeta “itikatlaştırılmıştır”. İslam'ın bir döneme ait siyasi yaklaşım ve uygulamalarının dinselleştirilmesi ve ebedileştirilmesi, İslam'ın dondurulmuş bir siyasi sistem öngördüğü biçiminde anlaşılmıştır. Siyaset, yönetim, iktidar ilişkileri ve devlet konularında, Sünni, Şia ve Harici/Selefi anlayışta İslam siyaset felsefesinin niçin yeterince gelişmediği daha iyi anlaşılmaktadır.

 

Kendilerine “mülk/iktidar” verilsin ya da verilmesin ilahi mesajı insanlara ileten peygamberlerin tümü, hiç bir zaman kendilerini insanlara “kutsal” varlıklar, “Allah'ın halifesi (halifetullah) ve Allah'ın yeryüzündeki gölgesi (zıllullah-i fi'l arz/alem) olarak sunmamıştır. Kur'an'da Allah, mealen peygamberlerini hiç kutsamaksızın insanların arasında, “adaletle hükmetmelerini ve insanların heva ve heveslerine uymamalarını” buyurmuştur (Maide, 48-Sad, 28). İslam'da ruhaniyete ve melikliğe dayalı dinselleştirilmiş ve itikatlaştırılmış bir iktidar ilişkileri pratiği yoksa da, özellikle Muaviye ile birlikte, çoğu Emevi ve Abbasi halifeleri (sonradan kimi Osmanlı halife sultanlarda görüldüğü gibi) kendilerini “halifetullah” ve “Allah'ın yeryüzündeki temsilcisi/gölgesi” olarak sunarak, iktidarlarını itikatlaştırarak iktidarlarına sözüm ona Tanrısal meşruiyet kazandırmak istemiştir. İslam'da Muaviye ile birlikte başta bulunan halifelerin böylesi ünvanlar alması, tevhide/adalete (tevhidin toplumsal ve siyasal alana yansıması ve tecellisi adalettir, adalet yoksa tevhid de yoktur) dayalı peygamberler geleneğinin bir ürünü olmaktan ziyade, Mezopotamya/Sümer, Mısır, Hint, Çin ve Fars gibi politeist antik medeniyetlerdeki “Tanrı-kral”ların kendilerini, “Baştanrının iradesinin yeryüzündeki temsilcisi, yansıması, arzusu ve bedenlenmiş hali” olarak gösteren mitolojik anlayışın ürünüdür.

 

Çünkü bu anlayış, Mezopotomya, Babil, Mısır medeniyeti üzerinden bağlamından kopan Hıristiyan Batı dünyasına geçmiştir. Bu bağlamda, özellikle Saint Augustinusçu (M.354-430) Hıristiyanlık, devleti Tanrı'ın yeryüzündeki temsilcisi olarak göstermiştir. Süreç içinde ruhani ve dünyevi güçlerin çatışmasına dönen Hıristiyan Batı alemi, Roma'nın çökmesiyle birlikte, Bizans (Doğu Roma) İmparatorluğu'nda, “kralların ilahi/kutsal yönetme hakları teorisi”nin oluşumuna zemin hazırlamıştır. Uzun süre Bizans sınırı olan Şam'da yöneticilik yapmış olan Muaviye'nin (30 yıl valilik, 19 yıl halifelik), Bizans'la yakın ilişkiler içindeyken,  Bizans krallarının kutsal yönetme haklarının ilahi olduğu tezinden ilham almış olması muhtemeldir. Çünkü Ali ile girdiği iktidar savaşından sonra, iktidarına meşruiyet kazandıracağının farkındalığı ile halife olmasını Allah'ın bir lütfu olarak sunmanın gayreti içinde içinde olmuş ve kendisinin ümmetin başına gelmesini Allah'ın iradesinin bir ürünü olduğunu her daim tekrarlamıştır. Başka bir deyişle, Muaviye'ye göre Allah, Muaviye'yi hilafete “icbar” (zorlamıştır) etmiştir. Allah, Muaviye'yi istemişse Müslümanların buna direnmesi ne mümkündür! Bu tam anlamıyla itikatlaştırılmış iktidar pratiğinin tipik bir örneğidir ve günümüzdeki iktidar pratiklerinde dahi yansımaları mevcuttur. İslam'da Cebriyye ismi ile müsemma mezhebin de böyle siyasi bir arka planı vardır.

Siyasi İslamcılığın kökleri tarihsel İslam siyasi düşünce ve pratiğinde saklı patolojilerine inşallah devam edeceğiz...

 

 

 


Etiketler: